Arabayı park edeli on dakika oluyordu. Stop tuşuna basmamıştı. Tuşla çalışan araba yapmışlar babası görse ne derdi. Görebilirdi aslında, gösterebilirdi. Ona arabasıyla bir tur attırabilidi. Olmadı dedi içini çekerek kafasını sola çevirip dışarı bakarken. Ne pişmanlık ne hayıflanma sadece kabul. Olmadı.
Yine de arabadan inemiyordu. Tüm kabullerine rağmen, on dakikadır arabadan inemiyordu. Bugün sabah erkenden çıkmayı planladığı yola en son ikindiye yakın, dörde yirmi kala çıkabilmişti. Dört aydır buraya gelmeyi ertelemişti. Babası öleli bir buçuk yılı geçmişti. Babasından kalan özel eşyaları alması için amcasının aramasının üstünden geçen süreyi anımsayamadı. Sonra arabada ne kadardır oturduğunu da anımsayamadı. Bunun üzerine arabanın stop düğmesine dokundu, kendinden beklenmeyen bir çeviklikle araçtan indi, binanın giriş kapısına giden uzun yolu yürüdü, zile dokundu ve harekete geçmiş olmanın kıvancı içini doldursun diye bekledi ama tam tersi oldu. Kaçsa mydı şimdi?
Diyafondan ses geldi: “Kim o?”
Mecbur ismini söyledi. Bu soru karşısında derin varoluşsal ıztıraplara gark olup sokaklar boyu yürürken gerçekten de kim olduğunu düşünerek aylaklık etmenin kendisine daha iyi geleceğini bilerek o esnada açılmış olan bina kapısını araladı. Zihni kendini geriye çekiyor, bedeni yapılması gerekenleri yapabilmek adına orada kalmak için olağanüstü bir enerji sarf ediyordu. Merdivenlere yönelirken binanın içine girebilen ekim ikindisinin uzun güneş menzilinin son ışıkları da omuzlarından aşağı ayaklarına doğru döküldü. Koşarak kaçma umutlarını tamamen tüketmişti. Yengesi kapıdaydı ve yaşına rağmen aşırı fönlü, yaşına rağmen aşırı uzun ve bakımlı ve ojeli tırnakları, yaşına rağmen beklenmedik aşırı anlayışlı aurası ile, onun yaşı ve konumundaki her kadının yapabileceği “ne zamandır gelmiyorsun, hadi onu anladık da arayıp sormuyorsun da hayırsız” muhabbetlerine hiç girmeden, kendisini kucakladı.
Beklenmedik bir coşku değildi yengesindeki, bu coşkunun boğazına düğümlenmemesi, işte bu beklenmedikti. Zihni kendisini binadan dışarı çekiştirmeyi bıraktı, bedeninin zihniyle savaşmak için ekstra enerji sarf etmesine gerek kalmadı. Yorgundu ama kendinden de memnun oturma odasına ilerledi. Tek kişilik, aşırı eski ve beklenmedik rahat berjerlerden birine kendini bıraktı. Neredeyse uyuyabilirdi, ne denilse gülümseyebilirdi, kendisine saldırılsa ruhu duymayabilirdi… Hayret. İyiydi.
Yengesinin nefes almadan konuşması kendisini bir yönüyle hipnotize ediyor, kadın mutfağa gidiyor geliyor ağzına sarma sokuyor, yuttursun diye çay içiriyor, nefes alacağı zamanlarda kendisi, başkaları ve kendi sağlığı hakkında sorular sorarak konuşmasına ve besleme performasında es veriyordu. “ne yapıyor sizin ufaklık” “gelinim çalışmaya başladı mı?” “gelinin kız kardeşi evlendi mi?” “işleri iyi miydi?” “dizlerinin ağrısı normal miydi?” Verdiği cevapları kendisi bile duymuyor, sarma ile senkron ağzına sokuşturulan kek, durmaksızın tazelenen çay, kim olduğunu bilmediği insanlar hakkında anlatılan hikayelerle başı dönüyor ama bu halden tahmin edemeyeceği kadar zevk alıyordu. Ne düşünmesini ne de eylemesini gerektiren bir sorumluluğu yoktu.
Böyle ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Bir ara yengesi yine konuşarak gitmiş sonra yine konuşarak gelmiş ve kocaman bir koli kitap, defter, kalem, ödül, ıvır zıvırı önüne koymuştu.
Tetikte hissetmediği için aktive edemediği beyninin son kırıntıları ile yengesinin getirdiği kolinin babasının ıvır zıvırından ibaret olduğunu tahmin ederek arada koliyi karıştırırken; yengesinin sesinin tınısını yanı başında hissetmeye devam etti. Artık sözlerini seçemiyordu sadece konuşmanın ritminin farkındaydı.
Böyle ne kadar zaman geçti bilmiyordu. Bir ara ritmin ahenginin bozulduğunu fark etti. Yengesi topallarak evin koridoru boyunca uzaklaşıyordu. Bir şeyler söylemeye de devam ediyordu belli ki. Başını yakalayamadığı için sonu da anlamsız geldi: “Hay Allah… fren tutmuyor ki…..takımlar….hah hah haa….bozuldu her şey” gibi bir takım ifadeler duydu. Yengesi kapılardan birine girerek kayboldu.
Sesin kesilmesi içindeki saadet halini biraz sekteye uğrattı. Zihni bir yerlerden kafasını uzattı, koltukta doğrulup esnedi, sahi ne kadar zamandan beri buradaydı? Akşam olmuştu. Berjerin sol yanında abajur yanıyordu. Midesi de yanıyordu. O son poğaçayı yemeyecekti. İçine bir sıkıntı çöreklendi. Huzursuzca kıpırdandı. Yengesi gelince kalkmalıydı. Öyle ya yolu uzundu, Hale beklerdi, çocuklar ağlardı, kendisi bir aile reisiydi. Tabi canım. Öyleydi. Şimdiye kadar kendisine ait bir berjeri ve yanında konuşlanan bir abajuru bile olmamıştı ama reisti. Ölü reisin eşyalarını alıp gitmeliydi. Eli eşyalara gitti tekrar. Zibilyon tane hiç de umrunda olmayan, ama umrumdaymış gibi davranması gereken hede. Bir defter çekti. Ecza depolarına ait bir ajanda. Yıl 1979. Ajandayı araladı. İlginç, ajandaya atılan ilk tarih, kendi doğum günü! Ajandanın yılından on yıl sonra.
1989, 23 Mart.
Bugün oğlum dünyaya geldi, baba oldum. Bundan sonra hovardalık yok, içmek yok.
Bu cümle zihnine bıçak gibi saplandı. Babası ile geçirdiği zamanlar, yani ilk çocukluk anılarının hiç birinde, sarhoş olmayan, aklı başında bir adam hatırlamıyordu. Ne ilginç, demek kendisini sevmiyormuş o da, başka bir versiyonun mümkün olduğunu biliyormuş.
1990
Uzun uzun annesini ne kadar sevdiğinden, annesinin ne kadar iyi karakterde bir kadın olduğundan ama kendisinin de fena olmadığından, aslında onu hak ettiğinden onun yanına yakıştığından falan bahsetmiş. Bu yıldaki bir not dikkatini çekiyor: “bir gülüşü var…” Gülüşü ile babasını bir zamanlar mutlu edebildiğini düşünmek kendisini gülümsetiyor. Kendi oğlunun gülümsemesi aklına geliyor, içi ısınıyor.
Düzenli bir defter değil. 1991’de hiç bir not yok.
1992’nin Eylülünden itibaren bir şeyler yazmaya başlamış. Kardeşinin doğumu ve tekrardan iyi adam olmak için verilen sözler. Acaba bunu bir süre başarmış mı? 1992, 1993 kargacık burgacık da olsa baya hikaye ile dolu. Sürekli bir şartname gibi. Kime olduğu belli olmayan insanlara verilen sözlerin çetelesi tutulmuş gibi. Filmin devamını biliyor olmak, bu yıllardaki bu özverinin boşa çıkacağını bilmek içini parçalıyor.
Sayfaları çeviriyor, Yıl yıl babası kendinden, annesinden ve annesine verdiği sözlerden bahsediyor. Kimseden bir şikayet yok.
99 Eylül. Seni enkazın arasından buldum diye başlayan bir cümle var. Bu cümlenin doğruluk payı içini eziyor. Arka planda başka şeyler olmuş olabilir ama babası “Aytenle aramız artık daha iyi, Selim 10 yaşına geldi, Sevgül 8 yaşında. Artık onlar da her şeyin farkında. O sebeple Ayten ile aramız eskisinden daha iyi olmalı bu benim sorumluluğum” yazmış. Bu cümle adeta boynunu büküyor. Bu adama öfke mi, merhamet mi duyuyor emin değil.
On yaşında ve her şeyden, evlerinin yıkılıp yok olmasından, sonra yuvalarının da dağılmasından, bir sığıntı gibi Ankara’ya dedesinin yanına taşınmaları ve sonrasında babasını neredeyse hiç görememesi. Hepsi boğazına düğümleniyor. Ama günlük bunlardan hiç bahsetmiyor. Ne boşanma, ne o boşanma süreci, ne babasının saçma sapan işlerinin kendisinin hayatına olan etkisi, hiç bir şey yok.
Sayfaları hızlıca geçiyor. Kelimeler, evler, Aytenler, Sevgüller… Selim’i seçmeye çalışıyor, babasının dünyasında kendini arıyor.
2016 Mart. Selim bugün evlendi. Onunla ne kadar gurur duysam az.
Bu cümle kendisine çarpıyor ama dağıtmıyor sanki koltuğundan çoook yumuşak ama sonsuza doğru süzüldüğü bir boşluğa bırakıyor. Sevinç dese değil, üzüntü hiç değil. Belki gönenç.
Birden yengesinin sesini fark ediyor. “Seliiim, Selim evladım!”
“Heh, Yenge?”
“Rahmetlinin günlüğüne daldın değil mi? Kıyamadı amcan, sende kalsın istedi de ayırdı. Rahmetli çok şen şakraktı bilirsin, günlüğünü de öyle tutmuş, hem de yalancı hah hah haaaa.”
“Yalancı mı?” sesi duygusuzdu, doğru mu anladı emin olamamıştı.
“E ne diyeyim şimdi ölünün arkasından ama yaaaani. Annenin üzerine koklamadığı gül kalmadı, size bir gün babalık yapmadı, elinde olanı kumarda çar çur etti, günlüğüne ne yazmış peki? Çiçekler böcekler Selimler Sevgüller, ayol sizi öyle umursamış olsa bir gün babalık yapardı ya.”
“Yalan mı deftere yazdıkları hep? diye sordu. Artık sonsuzda süzülmüyordu her an yere çakılacakmışçasına hızla düşüyor, sürekli irtifa kaybediyor gibiydi.
“Tek bir doğru cümlesi yok” dedi yengesi. Bu cümlesini tamamlamadan, o yere çakılmadan evvel evvel kestiği son elma dilimini Selim’in ağzına sokuştururken.
Boğazında elma. Berjere izi çıkmışçasına ağır, bir süre koltuktan kalkamadı Selim.