Hasan, 26 yaşında bir muhasebeciydi. İstanbul'un beton cehenneminde, Esenyut'un dar, kirli sokaklarından birindeki eski bir apartmanın üçüncü katında, ailesiyle sıkış tepiş yaşıyordu. Üç buçuk yıl önce, üniversiteden ekonomi mezunu olarak hayata atılmıştı – atılmıştı diyelim, çünkü "atılmak" kelimesi, bir çukura düşmek gibiydi. Zeki bir öğrenciydi aslında; lisede matematik olimpiyatlarında ödül almış, üniversitede girişimcilik kulübünde parlak fikirler üretmişti. Hayalinde startup'lar kurmak, inovatif işler yapmak, belki Silikon Vadisi'ne kapağı atmak vardı. Ama hayat şartları? Onlar bir duvar gibi dikilmişti önüne. Babasının iflası, annesinin erken gelen ölümü, kardeşlerinin masrafları... Enflasyonun canavarı her ay maaşını kemiriyordu – resmi rakamlar yüzde 50 diyordu, ama pazarda domates fiyatı yüzde 200 artmıştı. İşsizlik? Gençler arasında yüzde 40, ama Hasan şanslıydı; en azından bir işi vardı. Günümüz Türk gençleri gibi, o da "mezuniyet sonrası depresyon" sendromunda boğuluyordu: Borçlar, düşük maaşlar, umutsuzluk. "Neden ben?" diye düşünürdü. Ekonomik kriz , gençleri ezerken, zenginler daha da zenginleşiyordu. Potansiyelini açığa çıkarmak mı? Güldürme. Üniversite arkadaşları çoktan yurtdışına kaçmıştı; Hasan ise burada, Bay Öztürk'ün küçük muhasebe firmasında, vergi beyannameleriyle boğuşuyordu. Üç buçuk yıldır bu masada oturuyordu – her gün, o masa onu biraz daha yutuyordu.
Sabahları aynı saçma ritüel: Alarmın acı sesiyle uyan, hızlı bir kahvaltı –genellikle dün akşamdan kalan ekmek ve aç bitir salam –, metrobüs kuyruğunda geçirilen yarım saatlik cehennem. Kalabalıkta ezilmek, ter kokusu, homurtular... "Bu mu hayat?" diye mırıldanırdı. Ofise vardığında, bilgisayarını açar, Excel tablolarını doldururdu. Mükellefler? Çoğu küçük esnaf, bazıları ise şüpheli tipler – vergi kaçıran, naylon fatura peşinde koşanlar. Bay Öztürk, "Yasal sınırlar içinde" derdi ama Hasan biliyordu: Sınırlar esnetiliyordu. Usülsüz iadeler, sahte faturalar, para aklama numaraları... Hasan bunları yapmıyordu tabii, ama görüyordu. Ve içten içe, kıskanıyordu. "Neden ben değil?" diye düşünürdü. Günümüz gençleri gibi, o da sistemi suçluyordu: Eğitim sistemi bozuk, iş piyasası adaletsiz, siyasetçiler ceplerini doldururken gençler açlık sınırında.
Akşamları eve döndüğünde –trafiğin lanetinde bir saat daha harcadıktan sonra, yorgun argın– rahatlama vakti gelirdi. Varyemezoğulları A.Ş.’nin eşantiyon olarak verdiği ajandayı günlük olarak kullanıyordu. Bu Hasan'ın tek kaçış kapısıydı. Gerçek hayatı sıkıcı ve eziciydi, ama günlüğünde? Orada fevkalade bir yaşamı vardı. Vergi kaçırma ustası, naylon fatura sihirbazı, usülsüz işlemlerin kralı. Hayalindeki yaşama bu yolla ulaşacağını yazardı: "Bugün yine bir milyonluk bir operasyon çektim. Müşteriye naylon fatura düzenledim, KDV iadesini cebime indirdim. Artık Tarabya'da villam ve cafcaflı bir arabam var. Bu sistemin açığını kullanıyorum. Potansiyelim bu işte!"
İlk başlarda masumdu. "Bugün ofiste bir fatura hatası düzelttim," diye başlardı gerçek. Ama sonra abartırdı: "Aslında o hata değildi, kasıtlı bir usülsüzlük. Bay Öztürk'e gösterdim nasıl vergi kaçırdığımı. Karşılığında hisse aldım, şirketin gizli ortağıyım." Zamanla yalanlar büyüdü, absürtleşti. Günlüğünde, kendini bir finansal suç dehası gibi tasvir ederdi. "Dün gece, gizli bir toplantı yaptım. Büyük bir holdingin muhasebecileriyle. Onlara naylon fatura zinciri kurmayı gösterdim. Milyonlar akıyor şimdi. Hayalimdeki hayat: Özel jetler, lüks tatiller. Ekonomik sıkıntılar mı? Onlar aptallar için. Ben sistemi hack'ledim. Enflasyon mu? Oda ne?" Hasan, bu yalanları yazarken gülerdi – kendi kendine. Ama tabii, bunlar sadece yalandı. Hasan, idealist yetişmiş bir adamdı; ofiste en ufak bir usülsüzlüğe bile karışmazdı. Sadece hayal ederdi – çünkü gerçek hayatta, gençler gibi o da hayallere sığınırdı.
Bir cuma akşamı, her zamanki gibi yorgun argın ofisten çıktı. Günlüğünü masasında bırakmıştı – aceleyle unutmuş. Hafta sonu için planı yoktu; belki kuponla aldığı etsiz çiğ köfte ve Kanal45’ teki ucuz aksiyon filmleri. Pazartesi sabahı ofise döndüğünde, Bay Öztürk onu odasına çağırdı. Patronu, 50'lerinde, göbekli bir adam; gözleri her zaman hesapçı, tilki gibi bakardı. Masasında, Hasan'ın günlüğü açıktı.
"Hasan oğlum," dedi Öztürk, sırıtarak. "Bu ne böyle? Okudum hepsini. Sen neymişsin be! Naylon fatura kralı, vergi sihirbazı... Bravo! Potansiyelini boşa harcıyorsun."
Hasan'ın yüzü bembeyaz oldu. "Efendim, o... o sadece... hayal ürünü. Günlük işte, yalan. Gençlik hayalleri."
Öztürk güldü – yüksek sesle, absürt bir kahkaha. "Bu işlerden anladığın belli. Sen zeki bir adamsın! Bak, bizim müşterilerden biri, büyük bir inşaat firması. Vergi borcu birikmiş. Senin gibi bir eleman lazım bize. Gel, dahil ol. Karşılığında maaşını ikiye katlarım."
Hasan itiraz etti, ama Öztürk ısrarcıydı. "Yoksa işten mi atılayım seni? " Hasan, çaresiz kaldı. Ekonomik sıkıntılar... Ailesine bakıyordu, kira ödenmeliydi, kardeşlerin okul masrafları... Kabul etti. İlk usülsüz işlem: Sahte bir fatura. Eller titreyerek yaptı. Günlüğündeki yalan, gerçeğe dönüşüyordu. Hayalindeki suç dehası, şimdi gerçek bir suçlu oluyordu.
İlk başta korkuyla yaptı. Sonra para akmaya başlayınca hoşuna gitmeye başladı. Maaşı arttı, bonuslar geldi. "Belki de benim yolum bu," diye düşündü. Günlüğüne yazdı: "Artık yalan değil, gerçek.’’
Birkaç ay geçti. Öztürk'ün ağı büyüdü. Hasan, artık operasyonların beyniydi. Mükellefler çoğaldı: Esnaflar, tüccarlar... Ve sonra, siyasi bir figür geldi: Sayın Vekil – adını anmayalım, ama herkes bilir tipi; kravatlı, gülümsemeli, cebi dolu bir politikacı. "Hasan bey," dedi Öztürk, "Bu adamın şirketleri için para aklama işi var. Milyonlar dönecek."
Hasan terledi. "Ama efendim, bu büyük bir iş sorun çıkabilir. Hem de Siyasetçi ?"
Öztürk omuz silkti. "Ne sorunu Sayın Vekil- diyorum sana! Cesur ol! " Hasan kabul etti ama korkarak. Uzun bir süre, tam iki yıl, Vekil'in para aklama işlerini yürüttü. Sahte şirketler kurdu, naylon faturalarla milyonları akladı. Yurtdışı hesaplar, offshore'lar... Hasan'ın hayatı değişti: Yeni lüks bir SUV. Tatiller –Tarabya'da villa değil, ama beş yıldızlı oteller. Dışarıda ise halk isyan ediyordu – enflasyon karşıtı yürüyüşler, işsizlik mitingleri. Hasan ise, o sistemin parçası olmuştu.
Vekil Hasan’dan memnundu. "Hasan’ım, sen benim kardeşimsin" derdi. Hediyeler gelirdi: Saatler, telefonlar. Hasan, günlüğüne yazmaya devam ediyordu: "Artık Vekil'in sağ koluyum. Para aklıyorum, milyonlar cebimde.
bir anda her şey tersine döndü. Vekil, diğer siyasetçilerle çıkar çatışmasına girdi. Rakip partiyle kavga, ihaleler yüzünden savaş. Medya patladı: "Yolsuzluk iddiaları!" Vekil'in şirketlerine kayyum atandı – ani bir karar, mahkeme emriyle. Müfettişler bastı ofisi. Belgeler, faturalar... Her şey ortaya saçıldı.
Öztürk çoktan yurtdışına çapayı atmıştı. Hasan kurtaramadı. Soruşturma büyüdü. Vekil? Paçayı yırttı – network'ü güçlüydü. Avukat ordusu, siyasi bağlantılar... "Benim haberim yoktu," dedi, çıktı işin içinden. Herkes paçayı yırttı ama Hasan? Bütün ihale ona kaldı.
Mahkemede, Hasan ağladı. "Ama onlar emretti! Ben sadece bir muhasebeciyim. Günlüğümdeki yalanlar yüzünden başladı her şey. "Yargıç güldü – evet, güldü. "Yalan mı? Gerçeğe dönüşmüş. Ceza: Onbeş yıl hapis. Hayalindeki "kral" hayatı, şimdi demir parmaklıklar arkasında. Hapishanede, Hasan yeni günlük tutmaya başladı aldı. Yazdı: "Hayalimdeki hayat mı? Cezaevi. Sistem kazandı, ben kaybettim. Benliğim? Enflasyon karşısında eridi . Soğuk bir espri gibi: Siyasetçiler yatlarda, ben hücrede."