Pişirmeye başlayın.
Bu yeşil tuşa basınca her şey hallolacak sanıyor yine de iş kendisine kalıyor. İşlerin kendisine kalmasına kırgın. Her işin kendisine kalmasından kırgın. Bu aralar Allaha bile kırgın. Bu düşüncenin kıyısında durmaktan hoşlanmayıp hemen kendisini savunmaya geçiyor. Sonuçta tanrı imgesi ile kurduğu samimi ilişkinin bir tezahürü bu ifade. Öyle midir? Öyledir. Allah Kerimdir, ganidir. Şu hazinesinde her şey olup dilediğini dilediğine verendir, bunun esmaül hüsna’daki karşılığının aklına gelmeyişine bozuluyor. Allah’ın dilediğini verdiği dilediklerinden biri olmayışına biraz daha sıkılıyor. Sonra o klasik düşünceyi tutuşturuyor bu kırgınlıkların devamına: belki de Allah onun hakkında, onun kendisi için dilediğinden daha iy… Iyyyy. Her şeye kırgınken, Allahın adalet sistemini kabul etmek kendisini zorluyor. Her şeye kırgınken bir de aç olmak canını bir kat daha sıkıyor. Düşünmeyecek. Hayır.
Pişirmeye başlayın tuşuna dokunuyor. Parmağının ucunda dokunuşunun titreşimini hissediyor. Bunu hissetmek hoşuna gidiyor. Tuş bile, Allahın Almanlarının yaptığı tuş bile, bir eyleme karşılık veriyor. “Sen dokundun buraya ve ben bunu hissss-seett-tiimmm” diyor. “Tuş mu diyor bunu”, “tuş diyor.” Bu düşüncesi garip gelecek gibi oluyor ama kendi kendisini üsteliyor “Tuş diyor tabi, tuş diyor o kadar!”
Fırını 200 dereceye ısıtın yazısı beliriyor ekranda. Gidip fırını çalıştırıyor. Önce ortam tabi. Önce yaşamak istediğin hayatı yaşamaya başlayacaksın. Olmak istediğin insanın titreşimini yaymaya başlayacaksın. Benzer benzeri çeker. Aynı frekansta olmadığın insanı çekemezsin. Ortam mühim. Sonra? İlerle tuşuna basıyor (bu sefer titreşimden aldığı ilk andaki hazzı daha kısa süreli alıyor, üçüncü dokunuşta bunu hissetmeyi unutacak) Karıştırma kabına ekmek, maydanoz ve soğanı koyun. Bayat ekmekleri karıştırma kabının içine bölerek atarken, aile de böyle diye düşünüyor. Bir ilişkide yani, aileler, bayat ekmek gibiler. Kendi hikayeleri var, tarafların en az birinin bilmediği çoook uzun bir tarihleri var ve bir süreden sonra bu tarihi beraber yazma iddiaları var. Ne iddia ama! İşlevleri? Yapıştırmak. Destek olmak. Bir arada tutmak. Köftede ekmek, ilişkide aileler. Olmazsa olmaz ama fazla kaçarsa, köftenin de tadını kaçırıyorlar. Olmayınca da köfte çok yoğun oluyor. Bunları düşünürken soğanı ve maydonozu da karıştırma kabının içine attı. Karıştırma kabının kapağını kapatıp ilerle tuşuna dokundu ve makine hız yedi’de bu malzemeleri sekiz saniye doğradı. Karıştırma kabının kapağını açtı, içini spatula ile sıyırdı.
İlerle. 500 gr kıymayı karıştırma kabına dört parça halinde atmasını söylüyor makine. Kıymayı alırken de kasap kendisini ne kadar uğraştırdı. Yağı nasıl olsun, dananın neresinden olsun, 545 gr tartmış sorun olmasa olur muymuş. “Olur efendim” diye çıkışmıştı. “Makine 500 gr istiyor ne yapacağım ben o 45 gramı?” “Tövbe estağfurullah” demişti kasap başını iki yana sallayarak tarttığı kıymadan tam 45 gr fazlasını ayırırken. O esnada gözlerini kasabın raflarının eftarında üç tur devirdi o da. Fazla oldu tabi tepkisi ama fazla olan tek şey tepkisi mi? İşi fazla, üstüne gelenler fazla, kendisi adamlara fazla, bari kıyma fazla olmasın.
Ney? Düşüncesini havada yakaladı. “Kendisi adamlara fazla mıydı? Kaç gram?” Bu esnada yönergelere göre karıştırma kabının içine yumurtayı kırmış, bir tatlı kaşığı tuz, karabiber ve iki tatlı kaşığı toz kırmızı biber ve kekiği eklemişti. Makinen, hız dörtte malzemeleri karıştırmaya başlamışken, 40 saniyelik boşluğu antredeki aynanın önünde geçirmeye niyet etti. Aynanın karşısında yan döndü. Kalçası, göbeği, göğüsleri, kamburu, boynu aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya fazlalıklarını incelerken kendisini fazlasıyla eksik hissetmişti ki 40 saniye doldu. Makinenin işi bittiğinde çalan zil gibi bir sesi var. Ses makinenin başına geçip de ilerle tuşuna basıncaya kadar susmuyor. Püfleyerek makinenin başına geçti. Zıkkım ye! Kendine “zıkkım ye” demek geçti içinden. (Bunu da düşündü) Kendine kıyamadı. Kendine kıyamadığından değil de, kendine kıymanın bu varoş biçiminden hoşlanmadığından.
İlerle. Bu harcı başka bir kaba koyup, karıştırma kabını yıkamasını istedi makine. Harcı genişçe bir kaseye alırken düşündü: Harç. Buna harç diyoruz. Yani bazı malzemelerin birleştirilerek hamurumsu bir kıvam almasına. Ama her hamura da harç demiyoruz. Ya da mesela beton oluşturmak için o mavimsi toprak gibi şeyle suyu ve biraz da toprağı, belki de kumu birleştirip oluşan kıvamlı çamurumsu malzemeye de harç diyoruz. Sonra “senin harcın değil o” diyoruz. Yetemediğimiz, görüp de alamadığımız, hoşlanıp da yürüyemediğimiz o ‘insanların harcı’ nelerden oluşuyor, nerelerde karılıyor acaba da kendisininki hiç birininki ile uyuşmuyor? Harç, elektrik, kimya. Hepsinin karşılıklı olarak tutması, hatta tutuşması gerekiyor. Tutuşmak deyince de alev. Alev diyince fırın. Fırına bakıyor, yok yere on dakikadır çalışması canını sıkıyor. ‘Ortamı önceden oluşturma fikrine’ katılmıyor. Başkalarının titreşimiyle kendisinin frenkansını tutuşturmayı önemsemiyor. Önemsememek istiyor. Hem, hem bu makine biliyor mu Türkiye’de orta sınıf bir insan olarak ekonomik açıdan hayatını idame ettirmek ne kadar zor? O kadar elektrik parasını kim ödeyecek biliyor mu bu makine? Makineye bakıyor. Makinenin bulaşık makinesine atmaya kıyamadığı parçasını elinde yıkarken, onu almak için ödediği rakam aklına geliyor. Bilmiyor tabi makine, bu miktar ne demek Türkiye’de. Hem makine de şaşkın muhtemelen, öyle ya ne işi var bu evde. Sahibinin titreşimi gibi bu evin titreşimi de düşük. “Hatta bu makinenin titreşimi benden ve evinkinden daha yüksektir kesin” diye söyleniyor. Baksana makine olmasına rağmen düşünebiliy… Öfff.
“Saçmalama” diyor kendisine. Kendisine böyle demekle başı hoş. Varoş değil. İyi. Karıştırma kabını kuruluyor, “elektik aksamı zarar görmesin.” Karıştırma kabını makinenin mekanizmasına yerleştirdikten sonra tuşa dokunuyor: “ilerle” o dokunma hissinin verdiği haz aklına yeniden geliyor, bu devamlılık hoşuna gidiyor, kendisiyle didişmesini engelleyen bir muhataplık hissediyor makineyle arasında. Bir tür ‘ata’ olsa, bir kanaat önderi, insanlar kendisini dinleyecek falan olsa, ya da alnına yazdırmak istediği bir söz olup olmadığını soracak olsalar cevabı net: “Muhataplık Her Şeydir.” Freud da böyle diyor ama kendisi söyleyince bir kıymeti olmuyor. Sakalı yok. Freud değil. Düşük titreşimli bir orta sınıf mensubu. Zihnini susturup yönergelerin dediğini yapmaya niyet ediyor.
Salça, su, sarımsak, tereyağı, yarım tatlı kaşığı tuz, bir tatlı kaşığı kırmızı toz biberi karıştırma kabına koyuyor. Sonra makine malzemeleri hız 6’da onbeş saniye karıştırıyor. İlerle. 100 derece’de on dakika boyunca bu malzemeleri pişireceğini iddia ediyor makine. Makineyi yalnız bırakırken, harcın başına geçiyor.
Harç tek başına bir işe yaramıyor. Misal elektrikler, titreşimler, kimyalar, harçlar uyuştu diyelim. Tamam. Sonrasında şekil vermek gerekiyor. Makine bunu da tarif ediyor. Her biri 25 Gram ve 9 Cm uzunluğunda 24 adet ince uzun köfteler yapmasını söylüyor makine. Peki, hayatta? “Ben kendime şekil veremiyorum bir de ilişkiye mi vereceğim” diye söyleniyor kendisine. Bunu tembel bir boşvermişlikten söylemiyor, bunu tembel bir boşvermişlikten söylemediğini kendine tekrarlıyor; insan kendisi için iyi olanı seçip onda sebat edebilen bir canlı değil. Ancak bunu, sadece, kendisi için iyiyi seçme özgürlüğüne hiç değilse en az bir kere sahip olmuş olanlar, biliyor. Bu tercih hakkını bile elde edememiş olanlar, hep başkası için yaşayanlar, kendi hayatlarının aldığı şekil için sorumlu tutacak, belki de suçlayacak başkalarını bulmuş olanların böyle dertleri olmuyor.
Makinenin zili yine çalıyor. Köftelerin sosu pişmiş olmalı. Tuşa dokunuyor: ilerle. Köfteleri fırın kabına yarım ay şeklinde kesilmiş patateslerin arasına sıkıştırarak dizmesini, söylüyor makine. Öyle yapıyor. Köfte ile patates. Ne kadar yakışıyor. Patatesi seksen yaşına gelince de yiyebilmek ister. Kızartma, haşlama, buğulama, yemek… her versiyonunu seviyor oluşu aklına arkadaşlarını getiriyor. Güzel bir ilişkiyi daha güzelleştiren bir şey varsa o da bunun arkadaşlar tarafından bilinmesi ve paylaşılmasıyla da ilişkili diye düşünüyor. Hayatımın patatesleri kim, diye düşünüyor. Patateslerin hepsi toprak altında olmalı. Loading…
Köfteleri fırın kabına dizdikten sonra üzerine sosunu dökmesini söylüyor makine. Sos? Şans. Bir şeylerin güzel gitmesi. Sevdiğin şehir, dışarı çıkınca içini açan bir semt, güneş gören bir ev… Evi düşününce aklına mutfak geliyor sonra muzip bir sesle mırıldanıyor: “içinde thermomix olan bir mutfak. Hhahaha.”
Hayatının tadı tuzu eksik olsa da hiç değilse mutfağının thermomixi var. “Bu da bir şeydir” diyor kendine. Gönlünün istediği gibi karılmış bir harçla ne zaman karşılaşır, ona doğru şekli vermeyi ne zaman bilir? Bunları düşünmek istemiyor.
Köfteleri dizip sosu döktüğü ve suyla ıslattığı yağlı kağıtla üzerini kapladığı kabı fırına veriyor. Yemeğin yirmi beş dakikası var. Telefonunu eline alıyor. Dating app’ini açıp kanepeye uzanıyor. Sesine robotsu bir hava verip yüksek sesle;
“Pişirmeye başlayın” deyip kahkaha atıyor.