Soyduğum kabakları iri iri doğruyorum, yanına bir küçük patates. Hepsi düdüklü tencereye, üzerini örtecek kadar su. Bazı insanlar düdüklü tencerelerden korkar. Ben hiç korkmadım. Düdüklü tencereden korkmak şımarıkça gelir bana. Tıpkı pizzanın kenarını bırakmak, dolmanın kabuğunu ayıklamak kadar gereksiz. Korkma hakkım olduğunu fark ettiğimde iş işten geçmiş, çoktan düdüklü tencere insanı olmuştum.
Düdüklü tencere insanının acelesi vardır. Tüm riskleri göze alarak en kısa zamanda maksimum verimi ister. Modern zamandır, kontrol takıntısı vardır. O ses, düdüğün tiz ıslığı, hem telaşın hem güvenliğin işareti. Güveç böyle değildir. Güveç sabırdır, mekâna bağlılıktır. Airfryer ise postmodern: hızıyla, sağlıklı görünme vaadiyle, yalnızlığa yakışan küçüklüğüyle.
Benim acelem annemden kalma. Annem, kalabalık sofraların önünde kendi hayatını kenara koyup üç, dört, beş kişinin hayatını yaşardı. Ben tek başımayım. Yine de acele ediyorum. Çünkü yaşamayı, bir ânı beklemek gibi değil, durmadan tüketmek gibi öğrendim.
Su kaynıyor, tuzu atıyorum. Kapak kapanıyor. On beş dakikam var. Çorbanın terbiyesini hazırlamalı, tezgâhı toparlamalıyım. Yapacak işim kalmasa bile acele etmeliyim. Annem gibi. Yoğurdu unla bir güzel çırpıp kenara koyuyorum. Tezgahı toparlıyorum. Hayatımı feda etmeme hakkım olduğunu fark ettiğimde iş işten geçmiş, çoktan hayatsız bir insan olmuştum. Beş dakikaya tencere ötmeye başlar.
Annem üç, dört, beş kişinin hayatını yaşardı. Bense onun olmayan hayatını yaşardım. Sanırdım ki annemin gölgesi olursam kendi hayatına dönebilir, biraz da kendisini yaşayabilir. Olmadı. Ben dört, beş, altı kişinin hayatını yaşayan gölgeden ibaret kaldım.
Tam o sırada düdüklünün sesi değişti. Islık birden inceldi, sonra kesildi. İçimdeki telaşın aynası gibiydi. Bir çığlık koptu: metalin kulak yırtan sesiyle kapak havaya fırladı. Buhar mutfağı doldurdu, patatesler duvara yapıştı, kabaklar dolabın kulplarına tutundu. Ben olduğum yerde kaldım. Hayatım gözlerimin önünden geçmedi; sadece elektrik faturasını ödeyip ödemediğimi düşündüm. Sıcaktan gözlerim yandı, elim tezgâha yapıştı. Bir anlığına sessizlik çöktü. Sonra fark ettim: hâlâ ayaktaydım, kalbim deli gibi atıyordu, mutfak darmadağındı.
Tam o anda annemin son kez mutfağa girdiği günü hatırladım. “Bir gün bu acele seni öldürecek,” demişti, kapağı sıkarken. Gülmüştüm, “Patlarsa patlasın anne, patlasın da kurtulayım,” demiştim. O gülüşümüzün ardından bir hafta geçmeden, ilaçlarını karıştırmıştı; tansiyon hapını iki kere almış, ertesi gün acile kaldırılmıştı. Son görüşüm, serum takılı elini düdüklü kapağı gibi sıkarken olmuştu. O andan sonra evden çıktım. Annem mutfağa geri dönmedi. Belki de o yüzden hâlâ tek yaşıyorum: mutfaktan değil, annemin aceleciliğinden sağ çıkmış tek kişi gibi.
Tencereden geriye yarısı pişmiş, suya dağılmış sebzeler kalmıştı. Kaçıp gitmek yerine ocağın altını kıstım. İçinde kalanları yavaşça karıştırdım. Elime başka bir tencere aldım, ne varsa içine aktardım. Sebzeleri blendırdan geçirmeye gerek kalmadı. Yoğurdu yeniden çıkardım, terbiyeyi usulca ekledim. Başında kaynamasını beklerken gözüm zerdeçala takıldı, bir tutam attım biraz da zencefil.
İçimdeki aceleciye diazepam vermiş gibiyim. Düdüklü patlamış, zaman durmuş, mutfak sessiz. Annemin gölgesi, benim telaşım yok. Çorbadan bir kase alıp üzerine taze dereotu serpiyorum. Etraf dağınık. Düdüklü tencereden korkuyorum.