“Önce pirinçleri ve bulgurları yıkayalım.”
Eğitim verdiğim mutfağımda etrafın dağılmış olması sinirlerimi bozmuştu. Başımı kapıdan tarafa çevirerek ekledim.
“Bir buçuk su bardağı pirinç, yarım su bardağı bulgur olacak.”
Balkon kapısından yağmurun yağdığını gördüm. Biz pirinçleri temizlemeye çalışırken doğa da kendini yıkıyordu. Kafamı tekrardan mutfağa çevirip yıkanan pirinçlere baktım. Arınmak gerekti. Yeniden karışmadan, yüzleşme olmadan içindeki sana zarar veren duyguları temizlemen gerekirdi.
“Pirinçler iyi yıkanacak, nişastasından mümkün olduğunda arınması gerekiyor.”
Arınmazsa emek verip de yaptığın yemeğin tadını bozar. Ben de bunu yaptım bir zamanlar. İçimdeki bana zarar veren duyguları akıttığımı düşünüp yani arındığımı, bilmediğim bir şehre taşınmıştım. Artık hazırdım. Yeniden insanların arasına karışabilir, onlara güvenebilir, bana zarar verdiklerinde onları affedebilir, günün sonunda içimdeki acıyla yastığıma kapanıp ağlayabilirdim. Hazırdım, tam olarak yıkanmamış olduğumun farkında olmadan. Yeşim’in pirinçleri hızlıca suya tutup kenara aldığını fark edince sesimi yükselttim.
“Hayır! Onlar hazır değil, biraz daha yıka.”
Sakinleşmek için balkona yöneldim. Balkon camları su izi olmuştu. Bir tanesini açıp temizlenen havayı ve yeni ıslanmış toprak kokusunu içime çektim. Etrafa baktım. Camımda izler oluşmasına sebep olan yağmur doğadaki izleri yok etmişti çoktan. Pirinçlerin artık hazır olduğunu anlayınca mutfağa ilerledim.
“Tamam bu kadar yeter. Şimdi bulguru yıkıyoruz.”
Pirinç çokça yıkanmayı isterken bulgurla ilgili böyle bir sorun yoktu. Tozu gitse yeterdi. Doğuştan şanslı olan bazı insanlar gibi. Küçücük yaşlardan itibaren tüm imkanlara sahip, ailesinin ilgisi her daim üzerinde, nasıl sevilebilirim diye düşünmeyen, yaptığı her şeyi yapmak istediği için yapan, gün sonunda yastığa ağlamak zorunda kalmayan insanlar gibi mesela.
“Tamam şimdi soğanları doğrayacağız ama incecik olmalı, varla yok arasında. Dişe gelmeyecek ama lezzetini hissettirecek. Doğrarken ağlatacak ama yerken gülümsetecek şekilde.”
Soğanlar ve ağlamak uzmanlık alanımdı. İkisinde de oldukça idmanlı olduğum için hiç zorlanmazdım. Normalde eğitimin uygulama aşamasında ben dahil olmam uzaktan izlerdim. Konu soğanlar olunca dayanamadım. Soğanların birini hem örnek olsun diye hem de biraz ağlamak amaçlı ben doğradım. Soğanın verdiği acı ağlatıyor olsa da değişik bir keyif de veriyordu. Diğer soğanı Yeşim doğrarken de oldukça yakın durdum bu sebeple. Hayatında da sorunlar yüzünden değil de ağlamak keyif verdiği için ağlıyor olabilir misin, dedi içimde derinlerden gelen bir ses.
“Şimdi sarımsakları eziyoruz. Doğramak yerine ezmeyi tercih ediyoruz. Çünkü aroması bu şekilde daha iyi çıkıyor.”
Hangi taş ezdi seni, tadın böyle güzelleşmiş? Kim söylemişti bunu, hatırlayamıyorum. Yıllarca yapmam gerekenler ve yapmak istediklerim arasında bocalayıp durdum. Kendimi bulma telaşında hem kendim hem çevrem tarafından sayamadığım kadar çok ezildim. En çok kendim tarafından. Şimdi koyduğum sınırları zamanında koyabilseydim çevrem bana bu kadar zarar veremezdi. Bunu o zamanlar bilmiyordum.
Ezilen sarımsağın kokusunu çektim içime. Çoğu insanın sevmediği bu kokuya ben bayılırdım. Annemin ellerinin kokusunu hatırlatırdı. Çocukluğuma dönerdim yeniden. Yastıkları, minderleri dikey bir şekilde dizip kendimize en yıkılmaz kaleleri inşa ettiğimiz günlere. Kendimi en güvende hissettiğim, güvende hissetmek için çelik kapılara ihtiyaç duymadığım günlere. İnsan bazen yeniden dönmek istiyor, ezilmek pahasına.
“Tamam. Sıra domateslerde. Kabuğunu soymaya gerek yok, rendelerken ayrılıyor zaten. İki domates yeterli.”
Yaşamın bu kadar hırpalamasından sonra daha da bir şey olmaz diye düşünüyorsun, hâlâ tek parça olduğunu unuturak. Sonra parçalanmaya başlıyorsun, bilmiyorsun bu işin sonu nereye varacak. Bir zaman sonra tamamen dağıldığında anlıyorsun ki kabuğundan sıyrılmak için buna ihtiyacın varmış. Bu dağılma yeniden toparlanmak içinmiş. Kendinin farklı versiyonlarıyla karşılaşıp yeniden kaynaşmak içinmiş.
“Bir yemek kaşığı biber salçası, bir yemek kaşığı domates salçası atıyoruz. Bunlar yemeğimize lezzet katacak ama ev yapımı olması önemli.”
Hayatın tadını ne zaman almaya başlamıştım yeniden? Taşındıktan sonra mıydı? Galiba Levent ile ilk karşılaştığımız zamandı. Onunla muhabbetimiz bana unuttuğum bir şeyi anımsatıyordu. Sevgiyi, ilgiyi, benim aynada görmekten en mutlu olduğum hâlimi. Evet, o zamanlar hayatım tatlanmaya başlamıştı.
“Bu aşamada baharatları atıyoruz. Kimyon, karabiber, pul biber, nane, tuz, sumak. Sumak önemli.”
Bir yemeğe tadını veren baharatlardı. En güzel lezzetler karışık baharatlardan ortaya çıkıyordu. Sadece kimyon ve karabiber atsak olmazdı, sadece tuz, sumak da olmazdı. Hepsi bir araya geldiğinde, hem acı hem ekşi bir tat oluşturduğunda anlamlı oluyordu. Yaşamımız gibi. Levent ile ettiğimiz kavgalar acı gelse de ardından gelen birinin seni anlamaya çalışması ve sonunda barışmak aynı noktada durmaktan daha iyi hissettiriyordu. Bir de Aslı vardı. Bu şehrin bana kattığı kardeşim.
“Son olarak zeytinyağı ekliyoruz. Yarım su bardağı kadar koyalım. Maydonoz tercihe bağlı. Seven ekleyebilir.”
Hayatımda en parladığım dönemdi. Sevdiğim adam, kardeşim saydığım Aslım, mutluluğun verdiği enerjiyle işimde en iyi olduğum dönemdeydim. Levent ile aynı işi yapıyorduk. O da aşçıydı. Birbirimize işimizde de destek olma şansımız vardı bu sebeple. Bilmediğim bir çok şeyi de bana o öğretmişti.
“Sarma içimiz hazır. Şimdi yaprakları hazırlamamız lazım. Eğer tazeyse birkaç dakika haşlamak yeterli olur, salamura ise daha fazla haşlamamız gerekir. Hatta haşlamadan önce tuzunu azaltmak için suda bekletmek gerekebilir.”
Kendimi en zirvede hissediyordum. Tamamdım işte, daha ne olsun. Hayat beni yoğurmuş, benden çok güzel bir karışım ortaya çıkarmıştı. Tam böyle hissettiğim anda, Aslı… Beş dakika önce saçlarını ördüğüm, ceketine kahve döktüğü için ceketimi giyen, evden sarılarak uğurladığım, ceketimde hâlâ kanları olan Aslım. Aynı gün ortadan kaybolan, ne işinde ne evinde ondan bir iz bulamadığım Levent. Bir anda kaynar sular dökülmüştü başımdan aşağıya. Acımı paylaşmayı umduğum kişi de bana bambaşka bir acı daha bırakıp gitmişti. Yeniden dağılmaya başlamıştım.
“Yapraklar hazır olunca tüm malzemeleri önümüze alıyoruz ve sarmaya başlıyoruz. Yaprağa yeteri kadar malzeme koyup kenarlardan katlıyoruz. Sonra da üstten katlayıp sıkı bir şekilde sarıyoruz.”
Dağıldığım zamanlar biraz geride kalınca, toparlanmak için az da olsa güç bulduğumda yeniden ayağa kalktım. İşime tutundum, yaralarımı birer birer sarmaya çalıştım. Bunda kısmen başarılı olduğumu da düşünüyordum. İki mutfağı olan dubleks bir eve taşındım. Alt katı işyeri olarak kullanıyor, eğitimler veriyordum. Üst kat ise yaşam alanımdı. Bu şekilde bir seneyi geride bırakmıştım. Zaman zaman tebessüm bile ediyordum.
“Sarmaları güzel bir şekilde tencereye diziyoruz. Bu işlem bittikten sonra yarım su bardağı zeytinyağını ısıtıp içerisine biraz nane ve kırmızı biber ekliyoruz. Çok yakmamaya dikkat edelim. Hatta nane ve biberi ocaktan aldıktan sonra eklesek daha iyi olur. Bu işlemden sonra yağımızı sarmanın üzerine gezdiriyoruz. İşte bu duyduğun ‘Cıss’ sesi…”
Bu ses kalbime ait. Unutmadın diyor. Ne kadar sarsan da yaralarını kızgın bir yağ geliyor sana yeniden hatırlatıyor. Duyduğun bu acı da seni sen yapacak biliyorsun ancak yine de baş etmekte zorlanıyorsun. Sanırım o an kararını veriyorsun. Güvende hissetmek için çelik kapılara ihtiyaç duymayacağın o yere dönmek istiyorsun. Yeniden annenin ellerinin kokusunu duymak.
“Tencerenin üzerini dolma taşı ile kapatıyoruz. Eğer o yoksa ısıya dayanıklı bir tabak da olur.”
Kafanda tüm hazırlıkları yapıyorsun. Küçük bir çanta yeterli. Yeter ki bu üzerindeki ağırlıktan kurtul.
“Üzerini bir parmak geçecek kadar sıcak su koyuyoruz. Bir tane limonun suyunu da içerisine ekliyoruz. Orta ateşte pişmeye bırakıyoruz.”
Verdiğim bu karar, evden çıkana kadar içimi rahatlatmayacaktı. Eve döndüğümde neler olacaktı bilmiyordum. Ailemle arama giren bu soğukluk bir sarılma ile geçecek miydi? Onlar da beni, benim onları özlediğim gibi özlemiş miydi? Kafamdaki bu sorular, bu belirsizlikler beni yine ateşten kuyulara atıyordu. Ama o kararı vermiştim. Sonucun güzel olacağını, yaralarımı annemin kokusunda saracağımı ümit etmekten başka şansım yoktu. Sarma pişene kadar odama çıkıp kendime küçük bir çanta hazırladım. Tüm randevularımı, eğitimlerimi iptal edip kısa, belki de uzun bir seyahate çıkacağımı söyledim. Elimde çantayla aşağıya indim. Çantayı kapıya doğru bırakıp mutfağa yöneldim. Yeşim ile birlikte tencerenin kapağını açıp kontrol ettik. Sarmalar suyunu çekmişti. Hazırlardı. Ben de öyle.
“İşte servise hazır.”