Sallanan Sandalye

Hacer Çiftçi

İnce ince kıydığım soğanları kızgın yağa attım. Suyunu saldığında bıraktığı o ilk kokuyu içime çektim. Soğan kokusunu sevdiğimden değil, içinde gizlenmiş bir çocuk var gibi eve girdiğinde annenin mutfakta olduğunu hatırlatan bir an gibi bu koku. Koku hafızasını çok önemserim. Tütün kolonyası Ramazan Bayramı’dır benim için. Kadife çiçeği annem, sigara kokusu babam, pastırma kokusu da Emine teyze. Ne zaman Emine teyzenin evine girsek çemenli pastırma kokardı, bu aslında bir anlamda zenginliğin de kokusuydu…

Fatma abla kapıyı açtı. Babamın kokusu girdi içeri önce, sonra kendisi. Her zaman yaptığı gibi ilk işi mutfağa başını uzatmak oldu. “Oooo!” dedi. “Kimler gelmiş?” Hep evdeyim aslında, mutfağa girmiş olmama şaşırdı. Mutlulukla ne yapıyorsun diye sordu. “Düğücük Aşı” dedim. Suratı düştü, hayal kırıklığı karışmış kızgınlıkla “Nereden çıktı şimdi?” dedi. Eski günleri özlediğimi söyledim. “Babaannemi bile özledim.” dedim. “Sanki de çok sever babaannesini.” diye söylene söylene içeri geçti. Soğanlar pembeleşince salça kavanozunu aldım, domates salçası hafif sulanmıştı. Ateşte kaynata kaynata yapıyordu Fatma abla salçayı. Haliyle biraz durunca suyunu üstten salmaya başlıyordu. Önce sulu kısmı alıp tencereye koydum. Yağla buluşunca cızır cızır sesler çıkararak buharlaştı su. Biraz da dibe çöken katı kısmından alıp kavurmaya başladım. Babamın içeriden isyankâr sesi geldi. “Annen sevmez o yemeği biliyorsun değil mi?” Yalan! Annemin sevdiği yemeği kim umursar, kendi geçmişine dönmek istemiyor. Düğücük Aşı biraz da fakirlik demek çünkü.

Sonradan görme bir adam babam; Milli Piyango’dan para çıkıp da zengin olan nadir insanlardann. Haliyle biz de sonradan gördük her şeyi. Yoklukla geçen uzun yıllar, babamın sırtında ağır bir yük hâlâ. Nefretle anar o günleri. Hatta anmaz hiç. Hafıza kaybı yaşamış gibi ne çocukluğundan, ne gençliğinden ne de normal babalar gibi askerlik anılarından bahseder. Sanki kırk yaşında, bu evde, bu mahallede babamız olarak doğmuş gibi bir hayatı var. Geçmişini tamamen karanlığa gömdüğü günden beri yüzü güler, öncesinde hep hüzünle bakardı duvarlara. Ben çocuk aklımla fakirliğin ne olduğunu pek bilmezdim, sanki her evde aynı hayat yaşanıyor gibi düşünürdüm. O yüzden babamla birbirimizi anlamıyoruz bazen.

Salça kavrulurken televizyonun sesi gelmeye başladı. Safiye Ayla söylüyordu. Yine TRT açılmış belli. Başımı uzatıp göz kırptım babama, “Gerçekten annem sevmediği için mi?” dedim. Sallanan sandalyesine oturmuş, ayaklarını uzatmış, hafif aralık gözleriyle bana bakıyordu. Belli belirsiz gülümseyip gözlerini kapattı. Normalde bu sandalyeye oturmaz. Evin süsü gibi bir şey o. Evdeki tek ikinci el eşya. Mahmut amca iflas edip de evdeki eşyalarını sattığını duyunca gidip almıştı bunu. Mahmut amca, babamın bir zamanlar en yakın arkadaşıydı. Bize göre çok zenginlerdi. Onun kızının küçülenleri ile büyümüştüm ben. Eşi anneme senede bir büyük bir çanta ile evde küçülen, eskiyen ne varsa toplar getirirdi. Normalde onlar için de bir şeyler olurdu ama ne annem ne de babam bunlara dokunmazlardı. Bu sandalyenin hikâyesi de o günlere ait. Sandalye eve gelince annem “Yaaa, nasıl oluyormuş Asiye!" deyip sandalyeyi pencere kenarına yerleştirmiş, fakat hiç geçip oturmamıştı. Bu sandalye yüzünden üç gün hasta yattı baban demişti. Meğer, Mahmut amca birgün babamı tamire çağırmış. Babam o zamanlar su tesisatçısıydı. Kimin ne işi olsa gider, işini de iyi yapardı. Tamir işi uzayınca Mahmut amca, çocukları okuldan alayım diye evden çıkmış. Asiye’yi anasından alayım, marketten de ekmek alayım derken babam işi bitirip ev sahibini beklemeye başlamış. Beklerken de banyodan çıkıp, odaya geçmiş. Sonuçta arkadaşının evi. Pencere kenarında sandalyeyi görünce gidip oturmuş, ayaklarını uzatmış, rahat rahat televizyonu da açıp keyifle kanal değiştirmeye başlamış. Siyah beyazdı bizim televizyonumuz. Kumandası da bendim. Renkli, kumandalı televizyon hayali kurup duruyordu o zamanlar babam da annem de. Babam kumandayla kanal kanal gezerken, kapının açıldığını duymamış. Duysa da arkadaşının evi sonuçta, panik yapacak ne var? Asiye teyze içeri girince gözleri kan çanağına dönmüş, babam Mahmut amcaya gülerek “Ulan keyfin gıcır ha!” demiş. Mahmut amca kaşlarını çatıp “Borcumuz ne kadar?” deyince babam bozulmuş ama ne olduğunu da anlamamış garibim. Parayı alıp ayakkabılarını giyerken Asiye ablanın söylenmelerini duymuş, “Kirli ayaklarıyla bir de evi gezmiş, sandalyeye oturmuş, nasıl da yakışmış o sandalyeye, sen kimsin be!”. Babam eve geldiğinde sıtma tutmuş gibi titriyormuş, üç gün sesini çıkarmadan titreye titreye yatmış. Herkes nerelerde olduğunu merak edip sormuş da Mahmut amca, neyin var bile dememiş. O gün bugündür konuşmazlar babamla. Ama annem ve Asiye teyze hâlâ görüşüyorlar.

Kaynamış suyu kavrulmuş salçanın üzerine döktüm. Tuzunu, pul biberini katıp özleşsin biraz diye içeri geçtim. Fatma abla masayı hazırlarken annem geldi, eli kolu dolu yine. “Al şunları al, yoruldum, ayaklarıma kara sular indi, gel hele neler aldım bak.” dedi. Çantaları döktük, kağıt çanta kokusu taze kumaş kokusuna karıştı. Yeni sezon ne kadar kışlık varsa almış. Fakirlikten gelmiş olsa da eşsiz bir zevki var annemin. Kendisine neyin yakışağını çok iyi bilir. Alımlı, güzel bir kadın zaten, ne giyse yakışır. Aldığı yeni kabanı giydi üstüne, kırıta kırıta içeri geçti, babamın önünde şöyle bir döndü. “Vallahi tam istediğim gibi. Sıcacık, şunun kumaşına bak hele!” dedi, gururlu bir sevinçle. Babam anneme hayran bir gülümseyle baktı. Fatma ablayı çağırdı annem sonra. Şefkatli bir sesle “Fatma, şurdan beğendiklerini al kızım, beğenmediklerini de şu çantaya güzelce katla. Asiye’ye götüreyim.” dedi. Her mevsim başında alış veriş yapar; eskileri, bazılarını hiç giymeden, ayırırdı. Fatma abla beğendiklerini içinden alır, kalanları da annem Asiye teyzeye götürürdü. Sanırım annemin intikam alma yöntemi buydu.

Mutfağa geçip kaynayıp duran suya ince bulgurları attım. Düğücük Aşı çok hızlı pişer, bekletmeden yemek gerekir ki bulgurlar fazla kabarmasın. Salatalık turşusunu tabağa koydum. Yemeği de tabaklara bölüştürüp masaya götürdüm. Annem hızla geldi, “Düğücük Aşı kokuyor.” dedi soran bir sesle. Sonra ayakta bir kaşık alıp, ağzına götürdü. “Hay yaşa! Nasıl da özlemiştim.” dedi alkışlayarak. Tek kaşımı kaldırıp babama baktım, yarı aralık gözleriyle bana bakıyordu o da. Kısa bir gülümseme geçti yüzümüzden. Annem, alnıma bir öpücük kondurur gibi aferin verdi bana. Sonra elindeki ekoseli kazağı gösterdi babama, “Bunu Mahmut abiye koyuyorum, ne zamandır giymiyordun.” dedi. Babam gözlerini açmadan, elini, ne halin varsa gör der gibi salladı. Annem kazağı Fatma ablaya verdi çantaya koymasını işaret ederek. Sonra mutfaktan nane alıp geldi. “E kızım, bu nanesiz olur mu?” deyip, tabaklara birer çimdik nane attı.