Pilavın Sosyolojisi

Hasan Hüseyin Tekin

O akşam yine öğrenci evinin mutfağında üç kişiydik: ben, Mert ve Ali . Karnımız zil çalıyordu. Öğrenci evinde yemek dediğin şey çoğu zaman “ne varsa karın doyurmak” meselesiydi. Ama o gün farklıydı. Ali, elinde bir paket pirinç sallıyordu: “Hadi pilav yapalım.”

Benim için mesele basitti: pilav işte, karnımızı doyurur. Ama daha ilk dakika kavga çıktı. Çünkü pilav, Ali için bambaşka, Mert içinse büsbütün farklı bir anlam taşıyordu.

Ali köyden gelen, çocukluğunda fakirliğin ne demek olduğunu iliklerine kadar görmüş biriydi. Pirinci görünce gözleri parladı: “Oh, pilav yapacağız! Yanına turşu koyarsın, mis gibi.”

Mert ise burnunu kıvırdı. Üzerinde marka tişörtü, dilinde ukala bir tını vardı: “Pilav tek başına yenmez. Pilav yan yemektir. Yanında tavuk yoksa, et yoksa, sadece nişastayla karnını şişirirsin. Pilavla doyduğunu sanırsın ama bu yemek değil.”

Ali’nin yüzü ciddileşti. “Sen hiç aç kalmamışsın galiba. Bizim köyde pilav çıktığında bayram olurdu. Çorba ya da başka şey olmasa bile pilav varsa doyarsın. Pilav ana yemektir.”

“Hayır,” dedi Mert. “Ana yemek et olur. Pilav sadece dekor. Sen hiç İstanbul’da düzgün bir restorana gitmedin mi? Kimse tek başına pilav yemez.”

Ben arada kaldım. Mutfak masasında duran pirinç paketi sanki iki tarafın bayrağına dönüşmüştü. O an anladım ki mesele aslında pilav değildi; mesele sınıftı. Ali yoksulluğun içinden konuşuyordu, Mert ayrıcalığın rahatlığından.

Tencereyi çıkardım, yağını koydum. Yağ ısındıkça tartışma da kızıştı. Ali, pirinçleri suyun içinde yıkarken, “Bak, pirinç taneleri gibi insanlar da aynı sudan geçer. Yıkandıkça arınır. Hepimiz aynı tencereye düşeriz sonunda.”

Mert güldü: “Ama yine de bazı taneler üstte kalır, bazıları altta yanar. Toplum dediğin böyle bir şey işte. Herkes aynı değil.”

Ali kaşığı aldı, sertçe karıştırdı. “Altta yanmak ne demek biliyor musun? Açlıkla büyümek. Senin için lüks olan şey, bizim için hayaldi. Pilav tek başına bir bayramdı.”

Mert karşılık verdi: “Benim suçum mu babamın iş adamı olması? Pilavın yanına tavuk koyunca bu suç mu oluyor? Her şey pilav değil, Ali. İnsan çeşitlilik ister. Sadece pirince bakarak hayatı anlamazsın.”

Ben onların sözlerini dinlerken, pirinçleri kavurmaya başladım. Cızırdayan pirinç taneleri, bana kalabalık bir meydanı hatırlatıyordu. Kimisi sabırsızca zıplıyor, kimisi sessizce kızarıyordu. Belki de gerçekten Ali haklıydı: herkes aynı tencereye girerdi ama Mert’in dediği de doğruydu; sonuçta bazıları altta yanardı.

Kaynar suyu döktüm. Buhar yükseldi, tartışmanın gürültüsünü bastırır gibi. Tencerenin üstünden yükselen beyaz duman, bana sanki toplumun umutlarını anımsattı: fakir, zengin, orta halli… Hepsi aynı buharın içinde kayboluyordu.

Ali’nin sesi buharın arasından geldi: “Bizim köyde suyu fazla koyarsın, pilav biraz lapa olur. Ama olsun, doyurur. Önemli olan karın doymasıdır.”

Mert başını salladı: “Lapa pilav yenmez. Her tanesi tane tane olmalı. Hayat da öyle; düzenli, disiplinli. Yoksa kaos olur.”

Ben kaşığı çevirdim. “Belki de pilav dediğin, tam da bu yüzden toplumun aynasıdır,” dedim. “Bazıları lapa sever, bazıları tane tane. Ama sonunda herkes aynı tencereden yer.”

Sessizlik oldu. Sadece suyun fokurtusu duyuluyordu.

Ali, bana dönüp içten bir sesle, “Kerem, sen anlıyorsun,” dedi.

Mert de kaşlarını çatıp, “Sen de bana hak veriyorsun değil mi?” diye üsteledi.

Ben gülümsedim. “Ben pilavın tarafındayım. Hepimizin tarafı o.”

Suyunu çekmeye başlayan pirinçler sessizleşti. Kapağını kapattım, altını kıstım. Ocağın çıtırtısı bile tartışmadan yorulmuş gibiydi.

Bir süre sonra mutfak pilav kokusuyla doldu. O koku, çocukluğun, bayramların, öğrenci evlerinin kokusuydu. Hepimizin farklı geçmişleri vardı ama o koku hepimizi aynı sofraya çağırıyordu.

Masaya oturduk. Ali ilk kaşığı aldı, gülerek “Bak işte, pilav budur. Tek başına da krallara layık.” dedi.

Mert pilavı ağzına attı, çok bir şey söylemedi ama yüzündeki memnuniyet her şeyi anlatıyordu. “Yanına et olsa daha iyi olurdu,” diye mırıldandı sadece.

Ben tabağıma pilavı doldururken düşündüm: Pirinç taneleri birbirine benziyordu ama hepsi ayrıydı. Kimisi daha sert, kimisi daha yumuşak. Ama hepsi aynı kaşığa düşüyordu. Belki de toplum dediğimiz şey buydu. Ne kadar sınıfa ayrılsak da, sonunda aynı tencerede pişiyoruz.

Ve işte, bütün tartışmaların ardından, o gece öğrenci evinde tek gerçek vardı:

Pilav pişmişti.