Mazi Kalbimde Tenceredir

Hacer Uyğur

Bunu yapmamalıydım. Gerçekten yapmamalıydım. Ya yakalanırsam? O zaman ne olacak? Arkeoloji kariyerimi başlamadan bitirmek mi istiyorum? Bilinçdışı arzularım beni sabote mi ediyor? Hah, bir şeyin de suçunu üstlen be oğlum. Bir bilinçdışını suçlamadığın kalmıştı o da oldu. Hayır hayır bu tamamen benim akılsızlığım. Hadi gittiğin kazıdan bir şey çaldın. Kaşık çal bıçak çal ne bileyim el değirmeni çal, ne diye gidip tencere çalıyorsun? Neyse ki otobüsten iner inmez çantalarımızla kazı alanına gelmiştik de tencereyi kimse görmeden çantama koyabildim. Yer açmak için birkaç tişörtü feda etmem gerekmeseydi iyi olurdu tabii.

Ama burada bitmiyor ki bu iş. Hadi kalacağımız yurtta odalar tek kişilik olacak, ya biri odaya girerse ve fark ederse, ya dönüş yolunda açığa çıkarsa? Hafta boyunca sürekli bunu düşünmem gerekecek şimdi. Geri koyup şimdi keşfetmiş gibi mi yapsam acaba? Yok yok, olmaz. O tencerede beni çeken bir şey var. Görür görmez çarpılmış gibi oldum. Büyülendim. Doğrusu buna çok şaşırdığım da söylenemez. Kendimi bildim bileli tencerelere özel bir ilgim var çünkü. Her şey ilkokul zamanında başladı. Okuldan geldiğimde evde tek olurdum. Uslu bir çocuk olduğum için annemler bana bakacak biri bulmayı gereksiz görmüşlerdi. Zaten ben geldikten birkaç saat sonra ikisi de işten dönüyordu. Ama ben çok acıkmış oluyordum. Birkaç saat hiçbir şey yemeden beklemek zor geliyordu. Bir gün, tam eve geldiğim saatte televizyonda çıkan yemek programını fark ettim. Hayatımda yazdığım ilk şey bir yemek tarifi olabilir. Kolay olanları hemen deniyordum, zorları da daha sonra denemek için yazıyor her adımını başka yemeklerde pratik yaptıktan sonra öğrendiklerimi birleştirip yemeği hazırlayabilecek hale geliyordum. Annem ve babam başta biraz endişelenseler de sonra bu durum işlerine gelmeye başladı sanırım. Akşam eve geldiklerinde hazır yemekleri oluyordu. Ben de yemek yaparken arkadaşlarımla vakit geçiriyor gibi hissediyordum. Tencerelerle.

Evdeki tüm tencerelere isimler koymuştum. Hatırlamaya bile utanıyorum ama uzun süre onlarla konuştum. Hepsinin bazı karakterleri vardı bence. Dışı bordo içi siyah bir tenceremiz vardı mesela. Bordosundaki siyah dalgalı çizgiler onu asi biri yapıyordu. En tuhaf yemekleri onda pişirirdim bu yüzden. Onun da hoşuna gittiğini düşünürdüm. Ama en sevdiğim tencereler uzun zamandır evde olan hatta annanemden, babannemden bize gelmiş olan tencerelerdi. Onların geçmişi belirsizdi. Belki daha önce bambaşka ailelere de hizmet etmişlerdi. Bizim evimizin sıkıcı ve yalnız ortamında geçmemişti ömürleri. Kim bilir hangi sofralar için nasıl yemekler pişirmişlerdi.

Böylece tencere merakımın yanına diğer insanların kullandığı eşyalara dair merakım da eklendi. Eşyalar insanların hayatlarının şahitleriydi ve belirsiz bir tarihi olan eşyalar beni bambaşka dünyalara götürüyordu. Eski bir eşyaya bakınca onu kullanan insanlar gözümün önüne geliyordu. Sanki seslerini duyuyor, gülmelerine, ağlamalarına, kavgalarına ve mutluluklarına şahit oluyordum. Böylece arkeoloji bölümünü seçtim. Ailem bunu hiç istemedi ama ben kararlıydım. Hayatımı böyle geçirmek istiyordum. Kazılar yaparak, eski eşyaları keşfederek ve onları kullanan insanların hayatlarına dair çıkarımlarda bulunarak.

Gittiğim ilk kazıda böyle güzel bir tencereyi bulup bu kadar büyüleneceğimi ve o sırada tek başıma olduğum için bir anda onu kendime almaya karar vereceğimi bilemezdim tabii. Şimdiye kadar yalnızca birkaç yüz yıl içindeki eşyalara erişebilirken birden elime eski kavimlerden kalma bir tencere geçmesi karşısında ne yapabilirdim ki? Aldım işte. Daha fazla kendimi ikna etmeye, vicdanımı yatıştırmaya çalışmayacağım. Geçmişte yaşananlar bu ana getirmedi beni. Bir karar verdim sadece. Benim için önemli olan iki şey arasında bir seçim yaptım. Dönüş yok bundan sonra.

Yurda giderken biraz gergin hissetsem de artık kararlıyım. Ne yakalanıp kariyerimin başlamadan sona ermesine izin vereceğim ne de kaygılanıp kendimi açık edeceğim. Ömür boyu tutunacağım bir şey bu. Kavimler zamanından kalma bir tencere. Hangi kavimden acaba? Lidyalılardan mı? Belki İyonyalılar. Belki de Roma’nın kuruluş zamanları. Henüz belli değil. Ama öğreniriz elbet. Yine de çok önemli değil. Benim istediğim şey zihnimin farklı dünyalara açılması zaten. Hem belki akşam incelerken daha iyi anlayabilirim.

Yemek sonrası muhabbetler, çay kahveler bittikten sonra odama çekilip çantamı açtım. Orada duruyor işte. Bütün asaletiyle ve genel olarak yer altında geçen süreden kalan hasarlarıyla. Gülümsüyorum. Yaptığımın çılgınca olduğunu biliyorum ama içimde büyük bir heyecan var. Çantamdaki malzemelerle daha fazla zarar vermeden temizlemeye başlıyorum tencereyi. Fabrikadan çıkmış bir tencere değil - doğal olarak - bu da yapımında ufak kusurlar olduğunu gösteriyor. Bulduğum her detay içimdeki heyecan ve mutluluğu artırıyor. Gözümün önünden sahneler akıyor. Bambaşka insanlar bambaşka diller… Ama yüzlerdeki gülümseme aynı, ses tonlarındaki değişimler, sarılmalar, kızmalar aynı. Sanki tencereyi temizlemiyorum da ateşin üzerindeyken içinde pişen yemeğin kokusunu duyuyorum.

İki üç dört beşinci günler de böyle geçiyor. Her sabah kazıya katılıyor, yeni şeyler öğreniyor, her akşam öğrendiğim şeyleri hayallerime katarak tencereyle ilgileniyorum. Bir yandan da gitme vakti yaklaştıkça kaygılarım artıyor. Sadece yakalanmak da değil, ya o yolculukta zarar görürse diye korkuyorum. Zihnimde artık var gibi hissettiğim tüm o insanların hatırasına da zarar vermiş olmaz mıyım o zaman? Onlara karşı bir borcum var gibi hissediyorum. Onlarla yaşıyor, nefes alıyor, konuşuyor, dertleşiyor gibiyim. Kazıdan çıkanlar hayallerime eklenirken hayallerim de hayatıma ekleniyor sanki. Elimi uzatsam dokunabilecekmişim gibi geliyor. Dokunamayacağımı biliyorum, var olmadıklarını da. Deli değilim. Yani, umarım.

Altıncı günün akşamı kaygım zirveye ulaşıyor. Sabah erkenden çantaları da otobüse yükleyerek kazı alanına gideceğiz. Oradan direkt evimize döneceğiz. Bu kısmı başarırsam tenceremi eve götürebilirim. Tenceremle beraber gelen yeni insanları, yeni ailemi de tabii. İçimdeki heyecan kaygıyla ve çaresizlikle karışıyor. Bir şeylerin ters gitmesinden korktuğum kadar ters gitmemesinden de korkuyorum. Yatağıma uzanıyorum. Kaygıyla tenceremi izlerken uykuya dalıyorum. Rüyamda altın rengi saçları olan bir kız görüyorum. Bu, tencere etrafında dönen hayallerimdeki evin küçük kızı. “Alyte!” diyorum. Bu ismi bu bölgedeki kavimlerde kullanılabilen bir isim olduğunu okuduğum için hayalimdeki kıza vermiştim. Gülümsüyor. Elindeki mumu önce etrafı görmem için evin içinde gezdiriyor. Masanın üstünde duran tencereyi görüyorum. Yanına yaklaşıyorum. İçinde ne olduğunu bilmediğim bir yemek var. Sıcak. Üstünden buhar çıkıyor. Sonra evin diğer kısımlarını inceliyorum. Gülümsemelerimiz buluşsun diye Alyte’a bakıyorum. Onun yüzünde ciddi bir ifade var. Bu sefer mumu biraz yukarıya kaldırarak yüzüme yaklaştırıyor. Bir muma bir ona bakıyorum. “Bak,” diyor mumu göstererek. “Bakıyorum zaten Alyte.” diyorum. Başını iki yana sallıyor. “Eriyor,” diyor. “Kendi hayatına dön.” Mumu elime verip ortadan kayboluyor. Arkasından sesleniyorum ama bir daha ortaya çıkmıyor. Muma bakıyorum. Bu benim mumum diye düşünüyorum. Tencereye tekrar bakmak için mumu masanın olduğu yere doğru tutuyorum. Masa da tencere de kaybolmuş. Göğsümde bir rahatlama hissediyorum.