Hikâye Mikâye

Fatma Ünsal

Elektrikler kesilince yağmur yağıyor. Yoksa yağmurlu zamanlarda mı elektrikler gidiyor? Yağmur tıpırtılarını duyar duymaz içimden de tıpır tıpır hatta foşur foşur hatta bıcır bıcır sesler yükseliyor. İçime dönüp şşşşşşş diyorum biraz yavaş, şimdi herkes anlayacak sevindiğimi. İçeride zıplayıp duran kız, anlasınlar diye itiraz ediyor. Ukala dümbeleği. Bu hep böyle. İçimdeki kız yani. Sonra üsteliyor, sevinmek yasak mı?

Yasaklara en çok ben uyuyorum. O hiç uymuyor. Sürekli hayal kuruyor. Oradan oraya zıplıyor. Zihnim peşinde koşmaktan yorgun. Gecelerde, hele de yağmurun yağdığı elektriklerin olmadığı gecelerde ebem uyku dualarını okutunca benim uyuyasım geliyor ama o rahat durmuyor.

“Elektrikler yok. Kalksan da mumu yaksan da duvara ellerinle türlü türlü şekiller yapsan…Nasıl olur?”

“Ebemin uykusu var baksana akıllım, o anlatmayınca güzel olmaz.”

“E uyandırırız. Yoksa sen beceriksiz bir kız mısın? Yoksa sen meraksız bir kız mısın ha? Belki de sen mumu yakınca ellerinle türlü şekiller yapınca duvarda bir yol belirse.”

“Eeee?”

“Yoldan bir kervan geçiyor olsa.”

“Allah Allah?”

“Meğer o kervanda kimler var dersin?”

“Kimler kimler?”

“Ne bileyim ben? Uyandır ebeyi. Hadi hadi. Bak yağmur şiddetlendi. Herkes uyudu. Elektrikler hayatta gelmez. Kapkaranlık etraf. Off şakır şakır su sesleri de geliyor.”

“Olmaz. Baksana horlamaya başladı bile hayatta uyanmaz.”

“Sen kalk bari sen. Hadi yak mumu da başlasın hikâye.”

“Olmaz. Annem görürse kırar kemiklerimi. Kızıyor. Evi yakarsın diyor.”

“Odun katerini oyun diye yaktığın için değil mi? Rahat durmazsın ki?”

“Salak Refika. Herkese anlattı herkese. Oyun bu, dedim. Bak fırıncılık oynamak için ateş şart dedim. Ama ağzını tut kimseye deme, dedim. Eşek gibi anırdı okul yolunda. BU VAR YA BU, FIRINCILIK OYNARKEN TUTTU ODUN KATERİNİ ATEŞE VERDİ. ANASI VAR YA ANASI, BASTI BUNA KÖTEĞİ HAHAHAHA! Refika’yı çıkardım hayatımdan. Arkadaşın böylesi lazım değil. Arkadaş dediğin gerekirse seninle köyü yakacak.”

“Abart. Kendini haklı çıkarmak için köyü de yaktın. Senin bu söz oyununa şehirliler kesin bir şey diyordur kesin de ben bilmiyorum.”

“Sus, kalkmıyorum. Uyuyacağım ben. Sus uyu sen de.”

Susmuyor ama. Beni yağmurlu ve karanlık gecelerde yerimden kaldırıyor. Parmaklarımın ucunda yürüyorum her seferinde. Mumu alıyorum elime. Yakıyorum bin korkuyla. Bir gözüm ebemde. Ya uyanırsa? Ama yaşlılar, en çok uykuyu severler diyor babam. Ölüme hazırlıkmış. O böyle deyince kızıyorum ona: “Çocuklar da genç insanlar da ölüyor baba. Onlar hazırlıksız mı yani? Böyle deme.” diye paylıyorum koca adamı. Payını alıp susuyor. Uyanmıyor ebem. Ben ve o, oturuyoruz duvarın dibine. Mumun önüne tutuyorum elimi. Hadi hadi, diye zorluyor beni. “Patlama patlama!” diye kızıyorum. “Hikâye uydurmak öyle kolay mı? Kolaysa sen başla anlatmaya.”

“Anlatırım ne var?” diyor. “Büyüyünce belki benim sayemde hikâyeci olursun.”

“Bekle olurum.” diye kızıyorum. “Benden olsa olsa tütüncü olur.”

“Başka?”

“Belkii öğretmen.”

“Tarih öğretmeni olsana sen. Uydururken en çok tarihli marihli uyduruyorsun.”

“Sus da hikâyeye başlayayım yoksa uyuyup kalacağım şimdi.” Başlıyorum sonra. Mum, birden hareketleniveren hava yüzünden arada coşkulu yanıyor. Arada usul usul. “Dünyanın taaa öte ucunda bomboz bir ovanın ortasında bir kavim yaşardı. Bunlar devecilikle geçinirdi.” Bunu derken elimi deve gibi yapmaya çalışıyorum. Bakıyorum gölgesi yamuk yumuk bir şey olmuş.

“Hani deve? Olmadı bu. Düzgün yap şunu.” diye itiraz ediyor. Ukala.

“Kolaysa sen yap. Ya da gördüğünü deveden say.” diye üste çıkıp devam ediyorum anlatmaya. “Develere gözleri gibi bakarlardı. Hatta kendilerine baktıklarından bile daha iyi. Onlara gösterdikleri özeni çocuklarına göstermezlerdi.” Bunu derken sesime bir şey oluyor. Ağlayacak gibi oluyorum.

“Vay develer vay!” sesiyle ağlamam içime kaçıyor. “İnsan, deveyi çocuğundan çok sever mi?”

Sever mi? İnsan, deveyi çocuğundan çok sever mi? Deveoğludeveyi?

“Neyse, develeri meşhur bu kavmin bir önderi vardı.” Önderi yapmak kolay, işaret parmağıma iki yardımcı parmak daha ekledim mi hah oldu önder. “Adam, uzuuunca boyuyla görenleri hayrete düşürürdü. Yöneticilikte de mahirdi. Kavmi onu sever miydi bilinmez ama saydığı kesindi. Çünkü geçimleri onun sayesinde iyiydi.”

Ebem, tam bu esnada kıpırdanıyor. Uyanacak sanırım eyvah eyvah!

“Gördün mü bak!” diye kısık sesle kızıyorum. “Ya uyanırsa? Söndür mumu söndür. Çok kızacak çok söndür.” Söndürmüyor. Hayali bir kız o, ben görüyorum konuşuyorum diye kanlı canlı olmuyor. Hayali kızlar; mumları söndüremezler, dünyaya ait şeylere sözlerini geçiremezler.

“Ben söndüremem ki mumu.” diye buruluyor. “Hayali kızlar mumları söndüremezler. Ama sen de söndürme. Bak uyudu bile. Eee önderi anlatıyordun devam et devam et.”

“İşte bu Önder Bey bir gün demiş ki: ‘Buraya sığmaz olduk. Kendimize yeni bir yurt bulalım. Develer çoğaldıkça bize alan kalmadı.’ Kavmi itiraz etmiş: ‘Asırlardır buradayız, nereye gidelim? Seni sayarız ama olmaz.’ demişler. Haksızlarmış ama. Önder Bey haklıymış. ‘Eh madem bana inanmıyorsunuz, çağırın Ebe Kadın’ı da efsunlu tenceresinden size göstersin olacağı demiş.’” Ebe kadın derken beli bükük yamuk yumuk bir gölge yaptım. Ben böyle yapınca mum hareketlendi. O da güldü galiba.

“Efsunlu tencere mi? Hahahahahaah. Hiç inandırıcı değil. Bunlar Müslüman değil mi hem? Günah. Fal mı baktıracaksın yoksa? Seni ebeme diyeceğim. Buna sure ezberletme, bu zaten büyücü hikâyecisi diyeceğim. Felak nası sen buna oku asıl diyeceğim.”

“Uykusundan vazgeçip sana hikâye anlatanda suç.” deyip mumu söndürüyorum. “Uyuyacağım ve sana bir daha hikâye anlatmayacağım.” Yatağıma usulca giriyorum. Ebemle uyuduğumuzdan çook yavaş hareket ediyorum. O da geliyor, suçlu suçlu yerine yerleşiyor. Yağmur yavaşlıyor derken. Kavmin hikâyesi duvarda asılı kalıyor.

Sabah, etraf çamur. Yani bugün tarla işi yok. Yaşa yağmur yaşa! Hava bozuk, kesin gece yine yağacak kesin. Ebem, sabah namazına uyandırdığında da tıpır tıpır yağıyordu. Zor kalktım namaza. Hep şu hikâye meraklısının yüzünden. İsterse elli gün peş peşe yağmur yağsın. Her gece elektrikler kesik olsun isterse. Ona bir daha hikâye mikâye yok. Sofrada bozuk oturuyorum bu yüzden. Ebem, benim bu hâlimi görünce muma uzatıyor başını: “Bu mum ne zaman tükendi bu kadar?” diye imalı imalı soruyor. Annem de bakıyor: “Ne bileyim ana,” diyor. “Dün büsbütündü. Gece sen mi yaktın?” Ses etmiyor ebem. Kardeşim ekmek istiyor da laf kaynıyor. Sofradan kalkınca fırsatını bulup soruyor: “Yine mumu yaktın da gölgecilik oynadın değil mi? Bana bak evi yakacaksın bir gün evi. Bari beni uyandır. Ama uyandır dedim diye öyle her gece değil. İlla oynayacaksan uyandır.” Seviniyorum: “Zaten her gece elektrikler kesik olmuyor ki. Uyandırırım söz.” diye yanağını sıkıyorum. Ebelerin yanağı sıkılmaz utanmaz, diye itiraz ediyor içimden. Hiç cevap vermiyorum. İnsanın kendisiyle küs olması can sıkıcı.

Elektrikler öğleye doğru geliyor. İşte o zaman içime bir ağırlık çöküyor. Yağmur dindi diye hemen gelmesi şart mıydı sanki? İnşallah yağmur yine başlar da bu da geri gider. Elektrik yani. İkindiden sonra şakır şakır yağmur başlayıncaa… Yine gidiyor! Akşama da gelmiyor geceye de. Uyku vakti gelip herkes odasına çekilince ebemi tembihliyorum, gölgecilik oynayacağız uyumak yok hemen diye sıkıştırıyorum. Mecbur kabul ediyor. Yoksa evi yakacağımdan ürküyor. Yakıyoruz mumu. O da gelip yerleşiyor yerine. Barışayım bari. Yoksa susmaz şimdi. Ama rahat da durmuyor. “Ee Ebe Kadın ve efsunlu tenceresi nerede? Gelsinler de başlasın macera.” diye dalgaya koyuluyor. Ebem, “Ne efsunlu tenceresi kız? Büyü mü anlatıyorsun hikâye diye? Kalk kalk uyu. Yok gölgecilik. Söndür mumu da.” diye kızıyor. “Yok ebe, ne büyüsü?” desem de dinletemiyorum. Yalvarıyorum ama ne çare? Mumu söndürüp yatıyor yerine. “Seninle yemin billah küstüm artık.” diyorum ona hınçla. “Ne sana ne başkasına, yok hikâye mikâye. Ne halt edersen et sıkılınca. Tencere deyince büyü mü anlayacaktın illa ha? Belki Ebe Kadın, kavmi şöyle güzelce besleyecekti? Belki şifalı çorba içirip önderlerine uymalarını sağlayacaktı? Ne olacak şimdi ha? Kavim yola çıkamadı. Topraklarına sığamadı. Önder, muradına eremedi. Develer yerlerinde huzursuz. Ne olacak ha? Allah, hikâyeleri yarım bıraktıranların yüzünü güldürmesin inşallah!” diye bir de beddua savuruyorum. “İnsan, kendisine beddua eder mi?” diye güceniyor bana. “Daha seninle yemin billah konuşmam. Küstüm.” diye usuldan içimde kayboluyor.

Üzülüyorum ama ne yapayım? O küsünce hikâyeler de kaçıyor. Duvarda yarım yarım hikâyeler birikiyor. Mumlar hiç bitmiyor. Yağmurlar da kesiliyor. Yani elektrikler de gitmiyor artık. İnsan, kendisini üzer mi hiç diye arada sesleniyor ama. Ona yıllar yıllar sonra cevap veriyorum: “İnsan ilk önce ve en çok kendisini üzer. Başkasını üzerken de kendisini üzer.”