Ocağın altını yaktı. Tencereyi koydu. Ne kadar açsa da ocağın altını, alev hayli sönük. Tencerenin altına mum yaksa daha hızlı ısınır pişecek olan. Pişecek olan ne diye düşündü. İnsan? En çok insan pişmeli ama şimdi tavuk. Götü yere yakın tavuk her daim piliç. Bu sözün hatırlattığı da bir insan var.
Niye hatırlıyor ki onu? Çünkü çözülmemiş çok problem var. Bazılarının soruları sorulmamış da olabilir. Hal böyle olunca problemler orada, çözümsüzlükleri onun başında, yani başının çevresinde, bir hale gibi, adeta kendisini bir hristiyan azizesi yapıyor. Yani azizler çok da, ne bileyim işte kadınlardan da oluyorsa, o da onlardan biri oluyor. Kaçıncı yüzyıldayız artık kadınlar da azize olabiliyor olmalı. Olamıyorlarsa da bu işe elini atacak hali yok. Biri gelip yüzüne tokat atsa da diğer yanağını çevirse keşke, bugün böyle hissediyor. İsa Mesihin öğretisinde en iyi bildiği bu. Karşılıksız iyilik. Karşılıksızlık kötülüğe karşı. Alma verme dengesini gözeten kapitalist bir dünya için pasifize bir varoluş. Bir şeyleri yanlış anlamış olmalı, sonuçta dinler de kendisini zamana göre revize ediyor ama kendisinin zamanı yakalayası yok, pek de olmadı şimdiye değin.
Oysa zaman kendisini dayatır. Mumdan hallice bir aleve maruz kalan tencere bile ısındı. Kasaptan kuşbaşı doğranmış tavuk göğüslerini tencereye atarken düşündü, zamanlar kaça ayrılır? Geçmiş kendini şimdide de var etmiyorsa misal, başındaki halenin sebebi, o pilicin aklından çıkmayışının hikmeti nedir? “şimdi”nin içinden kaç türlü geçmişi, kaç farklı gelecek kaygısını çıkartmalı ki “şimdi” sadece o anda var olabilsin? Tam o anın içini insan nasıl doldurur, nasıl yakalar? Misal, tencerenin uygun sıcaklığına eriştiğini insan ne zaman bilir, elini yakmadan buna nasıl ikna olur, bu soruların cevabını bilmeden tencere başına nasıl geçer? Bu soruların uyarlanabileceği kocaman hayat gerçekliklerini düşündü. Bir işin başına geçeceği zamanı kestiremeyişleri, geçtiği işlerin başında bocalayışları, geç kalıp yakalayamadıkları, bulunduğu yerdekinin kıymetini anlayamadıkları… Hepsi zihninde bando takımı eşliğinde resmi geçit düzenlerken, tencereden sıçrayan yağ çenesinin hemen altından boynuna geldi ve olduğu yerde bir adım geriye doğru irkildi.
İnsanı içinde bulunduğu zamana hep trajediler, travmalar, kazalar getiriyor. Bu hep böyle oluyor diye söylendi belli belirsiz. Tavukların hafifçe beyazlayışına odaklandı bir müddet. Hayatta da böyle oluyor, bir zorluktan sonra gelen ferahlıkta, bir dar boğazdan geçişte, henüz atlatılmış bir aşamadan sonra ve sonrasında insan kendine hep, kendisinin daha iyi versiyonu için söz veriyor. Bir müddet, piliçler sularını salana kadar hiç değilse. Bir müddet orada, o anda ocağın başında oluyor.
Kolay bir yemek diye düşünüyor artık hepsi beyazlamış etlere bakarken. Pilici yapmakta bir kolaylık var. Bir şeyleri kolaylıkla, bedelsiz yapmak denilince de o piliç. Götü yere yakın olan. Yanlış yaptığı insanlar, yanlış yaptığı işler, hepsi ortadayken almadığı cezalar, ödemediği bedeller. Kendini yatıştırmaya çalışıyor. Bilemezsin, o da kendini nasıl hissetti, ne zorluklara göğüs gerdi bilemezsin. Bilemiyorsun ama bilemediğinden değil diyor içinden bir ses, o, o bedelleri ödemediği için bilemiyorsun.
Zihnini piliçten almak istiyor. Bunu düşünmemek istiyor. Düşündükçe dönüştüğü o kadından hoşlanmıyor. Kendisinin bu versiyonunu sevmiyor. Ama bu aptal ve kapitalist lafı seviyor. Sanki Hatice V1, V2, V4567. sürüm varmış gibi, kendisinin sürekli yeni bir duruşa ve varoluşa kavuştuğunu düşünmek hoşuna gidiyor. En iyi versiyonuna ulaşmak gibi yine kapitalist bir hedefi yok, kendini külliyen sevmemek yerine, bazı versiyonlarını sevmemeyi tercih ediyor bir süreden beri. Misal şimi 4567. versiyonundaysa, 4566. versiyonunun hepsiyle de kanlı bıçakl… Düşüncesini balla kesiyor. Versiyonların üzerine kocaman bir arı kovanı devriliyor. Bu düşüncesine belli belirsiz kikirdiyor. Sonra kendisine gülmek canını sıkıyor. Hemen ciddiyet ve gerçekçiliğe davet ediyor kendisini. Versiyonları arasında gezintiye çıkıyor.
Bir kervan. Yolda düzülmüş. Öyle olur çünkü atalarımız böyle demiş. Her şey yola çıkmadan evvel tamam olmaz. Yolun getirecekleri önceden belli olmaz. Yolun vakti bile belirsizdir. Bazen günlerce beklersin, bazen hazırlıksız biçimde kendini yolda bulursun, kervanın doğası budur. Hatice’nin de versiyonları kervan halinde gözünün önünde diziliyor. Versiyon 2875 gözüne çarpıyor. Sıkıntıdan gözlerine düşen saçlarını üfürerek yukarı kaldırmakla meşgul bu versiyon her şeyi bırakmış, sadece nefes almasının anda yarattığı değişikliğe odaklanıyor: saç havalandırmak. Versiyon 3001, To do list yapıyor. Bundan sonra yapacakları ve yapmayacaklarına ilişkin kendisine verdiği sözleri yazılı bir belge haline getirmekle meşgul. Versiyon 41, temizlik yapıyor, dip kıyı, köşe bucak. Versiyon 56, kıskanıyor. Piliç, götü yere yak…
Şimdiye kadar soğanları, kapya biberleri tavuklarla birlikte sotelemişti. En son hafif salça ile birlikte püre haline getirdiği tuzlu, kekikli, kırmızı ve kara biberli domates sosunu tencereye boşaltırken çıkan ses, zihnini versiyonlarının yanından ocağın başına aldı. Bunun üzerine derin bir nefes de aldı, nefesi aldığı süreden daha uzun bir müddet boyunca geri verdi. Kendini iyi hissetmedi. Tencerenin kapağını kapattı. Yemeği zaten mum alevi cılızlığında yanan ocağa emanet etti. Ocağa arkasını dönüp mutfak tezgahına yaslandı. On beş dakika içinde kaç kere piliç demişti ve kaç kere o piliç, aslında tavadaki değildi?
Versiyon 56, içinin kendilikler kervanını işgal ediyor, diğer versiyonların özgünlüklerini söndürüyor, enerjisini sömürüyor, seslerini kısıyordu. Diğer versiyonlarını göremedikçe kendine yabancılaşıyor, kendinden hoşnutsuzluğu artıyor, kendi sandığı o işgalci versiyonuna savaş açmak istiyor ama ordularını, yani diğer versiyonlarını, meydanda toparlayamıyordu. Sanılanın aksine, savaş yapılamıyorsa yerine yapılan şey barış olmaz. Savaş kadar barış da taraflar arasında yapıldığından, bir taraf olarak kendi gücünü içinde bulamadığından, oturduğu masa da barış masası olmuyor, bunun yerine teslim oluyor, teslimiyeti ise acımasız bir işgali beraberinde getiriyordu. Üstelik bunları bilmek, ona bir techizat sağlamıyor, sadece çektiği acıyı ziyadeleştiriyordu.
Ocağın başına tekrar geçti. Tencerenin içindeki tavuk soteyi kaşıkla bir tur karıştırdı. Beş dakikası daha vardı. Ama yirmi dakikası yoktu. Birden, bu tencereyi yarım saat burada unutmak geçti içinden.
Sonra, içinde yemeğe karşı inanılmaz bir iştah hissetti. Sanki günlerdir aç kalmış gibi eli kolu titremeye başladı. Yemeğin beş dakikasını dahi bekleyemedi. Ocağı kapattı, masaya nihaleyi fırlattı, üzerine tencereyi koydu, yemeği tabaga bile koymadan, tencereden tavuk soteyi yemeye başladı.
On dakika sonra evinin zemininde, halı üzerinde yatarak tavanı seyrediyordu. Zihninden atamadığı piliçle, en az onun kadar çig, işgalci ve tatsız biçimde midesine oturmuş olan pilicin savaşmasını bekliyordu.