Bakır tencerenin kapağı ikinci kez öttü. Katranın kabarcıkları kararın nabzı gibi yükselip söndü. Haritanın üstünde tek mum yanıyordu; fitil her sarsıldığında bir parmak daha eksiliyordu. Mehterin borusu ve davulların uğultusu, sancakların diliyle aynı kelimeyi döverek tekrarlıyordu: kavim. Kemal, kelimeyi içinde söylediğinde üniforması sökülüyor gibi hissetti. Sol bileğinin iç yüzündeki eski nişan, taşın üstünde kendi kendine ısındı. Şafak ağır adımlarla yaklaşırken rüzgâr, mazgal deliklerinden kırağı tadında üfledi. Sur taşında biraz tuz, nöbetçilerin terinden bir iz bıraktı. Geçit kapısı demir bir iniltiyle sessizliği yokladı. Bir kez açılırsa bir daha aynı anda bu kadar canı taşıyamazdı. Sayı, şehir kadar ağır bir sırdı. Katran kaynıyor, bakır tencere nefes alır gibi büzüşüp genişliyordu. Kapağın çiziği, önceki bir muhasaranın cansız hatırasıydı. Kemal haritaya eğildi; kırmızı mürekkep damarı, mahallelerin kalbinden geçen tek bir çizgiye dönüşüyordu. Gözlerini muma dikti. Zaman, damla damla, siyah bir mühür gibi orada ölçülüyordu. Kavim dedi yine, bu kez daha sessiz. Mumun isi tavanda ince bir kemer çizdi. Şehrin gölgesi o kemerin altına sığınmıştı. Kemal, gölgenin kaç kişilik olduğuna karar vermek zorundaydı.
Kapı mazgalına bir ok saplandı, ucuna balmumuyla mühürlenmiş bir kâğıt rulosu bağlanmıştı. Mühürde dışarıdaki ordunun işareti vardı. Kemal küçükken yaylada aynı işaretin taşına el basmıştı. Bileğindeki solgun iz ondan kalmaydı.
Açtığı kâğıtta bir mesaj:
“Kapıyı aç. Kavminden olanları çıkar. Kalanlar bizimdir. Şafakta ikinci boru.”
Haritanın üzerindeki mum, çıtırtıyla bir damla daha bıraktı. Karar süresi, fitilin boyu kadar kısaldı. Askerî akıl, çabuk ve sert konuştu: Kapı açılırsa iç avlu düşer, sur çizgisi kırılır; geçit yalnızca bir sefer kaldırır bu ağırlığı.
Vicdanın dili artık daha yavaştı. Öncelik yaralılar, kadınlar ve çocuklar olmalıydı. Kan bağı, emanet edilen halkın önüne geçemezdi.
“Kavim kim?” diye sordu içinden.
Cevabın kanla yazılmadığını biliyordu. Tencere kabardı, katran yoğunlaştıkça dumanın nasıl davrandığını fark etti. Rüzgâr mazgaldan içeri her girişinde alevi bir sağa bir sola yatırıyordu. Bir hile fikri, is kadar ince bir çizgi hâlinde zihninde belirdi; adı yoktu. Geçit kapısının demiri yeniden inledi. Kemal muma baktı. Geriye iki parmak kalmıştı. Karar, bir damla daha sonra mühürlenecekti.
Bakır tencereyi harita masasına değil doğrudan mumun üstüne getirtti. Erlere dönerek: “Kapağı kısık tutun.”
İki nefer komutanları Kemal’den aldığı emirle bakırı eğince katran ince bir şerit hâlinde fitile aktı. Bir anlık tıs sesinden sonra ışık büyüdü. Alev tavana yükselerek isten bir kubbe dokudu. Duman mazgaldan dışarı taşınca dışarıdaki borular yangını haber edip bağıran bir ritme döndü. Kemal, bu isten kubbeyi surların en zayıf yerine doğru yürüttü. Rüzgâr her esişte alevi yana yatırıyor, dumanı geçidin uzağına çekiyordu. Kemal, alçak bir sesle:
“Şimdi.”
Taş basamakların gölgesine sığdırdığı sırada önce kadın ve çocukları, sonra yaralıları bırakarak geçitten akıttı. Mehter sustuğunda sancakların biri rüzgârla ters döndü. Dikiş yerindeki soluk iplikler başka bir boyanın izini gösterdi. Sancak onun doğduğu kavmin değildi; yalnızca adı kalmış, rengi başkalarına satılmıştı.
Kemal’in ağzından bir cümle koptu:
“Kavim dediğin aynı gölgede titreyendir.”
Alev küçülürken bakır tencerenin ağzını kapattılar. İs, haritanın kenarında siyah bir halka bıraktı. Halkaya düşen damlanın sesinde kararın mührü duyuldu. Duman hilesini düşmanlar yuttular; sıra sıra herkes geçidi aştı, hiçbir can içeride kalmadı. Son iki aile de kapıdan geçip giderken Kemal sur çizgisine geri döndü. Nöbetçiye kapıyı işaret ederek:
“Şimdi!”
Dışarıdan ikinci boru yükseldi; duman, boş bir avluda hayaletler gibi dolaşıyordu. Neferler onu çağırdığında Kemal başını salladı, kendi kendine:
“Şehir gölgede kaldıysa yeter.”
Alev sönüp is kemeri solduğunda haritanın o siyah halkasında yazı yoktu ama karanlık o kelimeyi fısıldadı: Kavim.
Kavim kanla kurulmazdı. Gölgeyle yaşar, birlikteyken solmazdı.