Menemen için yeterli domates olup olmadığını bilmiyordu. Buzdolabına bakınca sadece üç tane domates kaldığını gördü. Annesinin baskısıyla hızlıca atıştırmalık bir şeyler hazırlaması gerekiyordu. Aklına ilk olarak menemen gelmişti ama herkese yetecek kadar domates yoktu. Anlık bir tereddütten sonra soğanlı yapmaya karar verdi. Soğanları hızlıca ince ince doğradı. Daha bol olsun diye sivri biber de ekledi. Onlar kavrulurken domatesleri soyup tavaya ilave etti. Nihayet tüm malzemeler bir araya gelmişti. Yumurta da kırarsa sofradan kimse aç kalkmazdı.
“Anneeee! Menemende gözün olsun, ben hızlıca giyinip geliyorum.”
Şeyma üniversite üçüncü sınıf öğrencisiydi. Alanı mühendislik üzerineydi ama tiyatro kulübüne katılmış, hafta sonları kafasını dağıtacak uğraşlar bulmuştu. Bu hafta en büyük isteği son provalarda yapabileceğinin en iyisini yapmaktı. Her ay bir tiyatro çıkarıyorlardı. Doğaçlama oyunlar en sevdiğiydi ama bu sadece onları eğlendiriyordu. Tüm klasiklerden bir rol kapmak, her birinin atmosferini hissetmek istiyordu. Bazen Juliet’in sarktığı balkon bazen de Godot’yu bekleyen bank olmak istiyordu. Şeyma, üniversiteli gençlerin o karşı konulmaz sanat iştahını taşıyordu.
“Kızım! Kaç yumurta kıracaksın buna?” Annesi mutfaktan Şeyma’ya sesleniyordu.
Şeyma gömleğinin kollarını ilikleyerek odasından çıktı. Annesinin elindeki tahta kaşığı alıp menemeni karıştırarak göz kararı kaç yumurtanın yeterli olacağını düşündü. “İki tane kırsan yeter anne ama yetmez dersen üç de olur. Ben saçlarıma bi’ çekidüzen verip geliyorum.”
Şeyma saçlarını yapana kadar sofra kurulmuş, ailedeki herkes yerini almıştı.
“Bakıyorum da herkes çoktan başlamış kahvaltıya.” Uyku sersemliği devam eden erkek kardeşi homurdanarak “Bağırmasana!” dedi. Şeyma hiç duymamış gibi yerine oturup menemene ekmek bandı. Ne hikmetse çaydanlık ve demlik her seferinde yanında bitiyordu. Hızlıca yiyor, bir yandan da çayı biten herkese çay dolduruyordu. Nihayet kahvaltısını yapmış ve atkısına beresine sarınıp dışarı atmıştı kendini. Otobüs durağına yürürken ailedeki en canlı insan olmanın yoruculuğunu düşünüyordu. Bu düşünceyle yokuş çıkarken telefonu çalmaya başladı. Arayan elbette tiyatro hocasıydı. Kim bilir yine ne isteyecekti… Şeyma yüzünün yarısına çektiği atkısını gevşetti. Derin bir nefes alıp verdi:
“Buyrun hocam.” diye cevapladıktan sonra ardı sıra gelen evetlerle telefonu kapattı. Güzergâhı değişmişti. Şimdi çarşı pazar gezecek, hocasının ondan istediklerini bulmaya çalışacaktı. Prova için erken çıkmıştı ama bu gidişle provaya geç kalacaktı. Durağa varmadan gelen ilk dolmuşa atladı. On beş dakikalık uzaklıktaki ilçe merkezinde indi. Ortalık tam bir panayır gibiydi. Caddenin bir tarafında pazar kurulmuş, diğer tarafında da festival gibi bir şey vardı. Önce pazara yöneldi. Oradaki akışı bölen seyyar satıcılardan nasipleneceğini umuyordu. Gerçekten de umduğu gibi olmuş, yüzüne baloncuk üfleyen o satıcıya denk gelmişti.
“Abi ben bunlardan alacağım ama aslında bana köpük lazım. Çok köpük olması lazım.”
Seyyar satıcı bu soğukta balon üflemekten iyice donuklaşmıştı. Tepkisiz bir şekilde Şeyma’ya baktı ve “Al on tane, sularını birleştir, yap köpüğünü.” dedi. Şeyma tam o anda aydı. “Hayırlı işler.” deyip kurulan tezgâhlar arkasındaki dükkânlara bakınmaya başladı. Bulduğu ilk yere girip bir şampuan, bir de gıda boyası aldı. Sıcak suyu tiyatroda hallederdi. Üç renk köpük işi hallolmuştu. Pazardan henüz çıkmıştı ki hocası yine aradı. Bu sefer bambaşka bir şey istiyordu. Şeyma şaşkınlıkla etrafına bakındı. Burada bulabileceği bir şey değildi ama yine de esnafa sormakta yarar vardı. Gördüğü ilk simitçiye yanaştı: “Abi buralarda gerçekçi silahlar bulabileceğim bir yer var mıdır?” Simitçinin gözleri kuşkuyla açıldı: “Napacan kızım sen silahı? Bak buralarda gizli polisler var, seni kelepçeler götürürler, benden söylemesi.” Şeyma, çattık ya, deyip başka birini bulmaya çalıştı. Pazarın girişinde tartısıyla iş yapmaya çalışan bir çocuk gördüğünü hatırladı. Hemen ona doğru yürümeye başladı. Çocuğun yanına vardığında soğuktan iki büklüm olduğunu gördü. “Kolay gelsin, sana bir şey soracaktım. Buralarda gerçekçi oyuncak silahlar satan bir yer biliyor musun?” Çocuk oturduğu iskemleden başını yavaşça kaldırıp Şeyma’ya baktı: “ Biliyorum abla ama alırım payımı.” dedi. Şeyma sıcak bir çay ve simit teklifinde bulundu. Çocukcağız kabul etmeyip tavuk dürüm parası istedi. Şeyma’nın pazarlık yapacak vakti yoktu. Mecburen öğle yemeği parasını çocuğa verecekti. Çocuğa parayı birlikte mağazaya gittikten sonra vereceğini söyledi. Çocuk yerini kimseye kaptırmamak adına teklifi kabul etmedi. Şeyma Kayserili olmadığı için üzülüp parayı uzattı. Yol tarifi aldıktan sonra pazarın içinden insanlara çarpa çarpa bir mağazaya vardı. Gerçek bir silah dükkânıydı burası. İçeri girince ürperdi. Ona çevrilen bakışlar altında satıcıya doğru yürüdü. Bir yandan vitrinlere bakıyor, bir yandan da simitçi abinin uyarısını düşünüyordu. Artık satıcı ile karşı karşıyaydı.
“Kolay gelsin, ben tüfek alacaktım da?” Kendi kurduğu cümleden korktu. Hemen düzeltme gereği duydu: “Gerçek değil. Yani tiyatro için gerçekçi bir oyuncak istiyorum. Ama sanki sizde yok.” Satıcının bütün ciddiyeti attığı kahkaha ile bir anda kayboldu. “A kızım kim seni buraya gönderdi?” Şeyma hem mahcubiyet hem de tartıcı oğlana olan öfkesi ile durumu kısaca anlattı. Satıcı “Şansın varmış kızım. Torunuma okuldaki gösterisi için aradığın gibi oyuncak bir tüfek almıştım. Geçen buraya getirmişti. Unutmuş gitmiş. İstersen onu vereyim, kullandıktan sonra geri getirirsin. Yoksa baş edemem torunla, aman ha diyeyim.” Şeyma hem parası olmadığı için hem de aradığını hemencecik bulduğu için bu duruma çok sevinmişti. Düşünmeden kabul etti. Ne var ki tüfek çantasına sığmadı. Haliyle ucu dışarıdan görünür şekilde taşımak zorunda kaldı. Pazardaki garip bakışlara takılmadan indiği yerdeki durağa geçti. Çok geçmeden binmesi gerektiği otobüs gelmişti. Üstelik yağmur bastırmadan hemen öncesiydi. Cam kenarında oturacak yer de bulmuştu. Şansı yaver gidiyordu.
Otobüsten dışarıyı izlerken yağmurlu havalarda güzel giden şarkılar dinlemek istedi. Telefonunu eline aldı, çalma listesini oynattı ve tiyatroyu kafasında çevirmeye başladı. Yaklaşık beş dakika sonra herkesin ona doğru baktığını ve bir şeyler dediklerini fark etti. Kulaklığını çıkarıp soru soran bakışlarla etrafına baktı. Çok geçmeden otobüsün orta yerine dikilmiş iri yarı bir adamın “Kaptan hemen sağa çek, polis.” dediğini duydu. Şeyma o an kalbinin duracağını hissetti. O iri yarı adam kendisine doğru gelmeye başlamıştı. Şeyma istemsizce ayağa fırladı. Kekeleyerek “Oyuncak, oyuncak o!” dedi. Polis avına odaklanmış bir avcı gibi Şeyma’yı hiç duymadı. Elini uzattığı gibi Şeyma’nın yanındaki yolcuyu ensesinden tutup yakaladı. Şeyma koltuğa tam anlamıyla düşüverdi. Annesinin sinir harplerindeki o deyişini hatırladı: “Ay elim ayağım boşalıyoo!” Hakkı varmış kadının. Meğer yanındaki yolcu göçmen kaçağıymış.
Şeyma’nın yaşadığı o korkuyu üzerinden atması tam yirmi dakikayı bulmuştu. İneceği durak gelmeseydi muhtemelen bu süre daha çok uzayacaktı. Otobüsten iner inmez sanki saatlerdir nefesini tutuyormuş gibi derin bir nefes aldı. Eli göğsünde, kendini her şeyin yolunda olduğuna inandırmaya çalışıyordu. Şimdi yürüyeceği beş dakikası vardı. Şeyma beş dakikada hayatını sorguladı. Her adımında öfke ile beraber içinde tanımlayamadığı bir güç de birikiyor gibiydi. Tiyatrodan içeri girince güvenlik onu durdurdu. “Oyuncak işte oyuncak!” diye bağırdı. Ama çok saldırgan bir bağırış olacak ki birçok kişi girişe toplandı. Meraklılar arasında elbette tiyatro hocası da vardı. Onu görünce hızlı adımlarla hocasının karşısına dikildi:
“Köroğlu destanında ne Kırat olurum ne de Bolu Beyi’nin oturduğu divan. Tüfeği görünce mertlik bozuldu diye haykıran Ruşen Ali olacağım hocam. Yetti artık bu figüranlık!”