Yastığımın yanındaydı. Dehşet ve korku ile bakıyordum ona. Yatağımda ne işi olabilirdi, kim koymuştu onu buraya. Bir süre hareketsiz kaldıktan sonra kalkıp odaları dolaştım. Evde kimseler yoktu. Gece nasıl bıraktıysam her şey yerli yerindeydi. Aralık pencereden giren hafif rüzgar, sigara dumanından sararmış perdeyi hareketlendiriyor; tül, içeri doğru nazlı nazlı süzülüyordu. Pencereden dışarı baktım. 8. Kata çıkıp da odama kadar girecek kişi ancak bir örümcek adam olabilirdi. Masaya yönelip akşamdan yarım kalmış suyu diktim tepeme. Bardağın dibinde kalan damlaları yüzüme savurdum ayılırsam geçecek hepsi diye düşünerek. Bir sigara yakıp yüzümü pencereden giren rüzgara çevirdim. Kalp atışlarım normale dönmüş gibiydi. Gidip yüzümü yıkadım. Yetmedi dişlerimi de fırçaladım. Su damlaları ile lekelenmiş aynaya bir daha bakıp odaya geçtim. Hiçbir şey değişmemişti. Dağınık yatağım karşımda öylece duruyordu. Günlerdir değiştirmediğim çarşaf yatağın kenarlarından açılmış, battaniyemin yarısı yerdeydi. Yastığın yüzünü elimle düzleyip yerleştirdim. Çarşafı düzelttim. Battaniyeyi toplayıp katladım ve yatakta öylece duran şeyi aldım. Epey ağırdı. Aklıma babaannemin anlatıp durduğu okul anıları geldi.
Babaannem Moldova’da doğup büyümüş bir Gagauz Türkü idi. Herkes onu Hıristiyan zannederdi ama Müslüman olarak doğup öyle ölmüştü. Tüm eğitimini Moldova’da almış, sonra bir görev vesilesi ile Rusya’ya giden dedemle tanışıp tekrar dönmemek üzere Türkiye’ye gelmişti. Okulda aldığı eğitimlerden birinin de silah atışı olduğunu söylerdi hep. Bizi tembellikle suçlar, “Savaş çıksa hepiniz inlerinize kaçarsınız.” diye kızardı. Avcılık dedemin hobisiydi. Babaannem de genelde onunla dağlara çıkar, keklik, tavşan avlardı. Bu alışkanlığı dedem öldükten sonra da devam etti. Babamı ve amcamı yanına alıp dağlara gider avlanırlardı, sonra keklikleri doldurur, tavşanları kavurur bize ziyafet çekerdi. Yemekler yenilip çay faslına geçince de bir yandan tüfeğini temizler bir yandan da bize hikayeler anlatırdı. Tüfek temizlemeyi, parçalarını ayırıp takmayı ben de biliyordum az çok. Bu aşinalıkla az önceki korkumu yenip neredeyse beş kilo ağırlıkta olan bu Rus yapımı piyade tüfeğini elime alıp televizyonun karşısına geçtim. Hazırda müzik kanalı açıktı ben de değiştirmedim.
Tüfeği elimde evirip çevirdim. Tertemizdi. Hiç tereddüt etmeden gidip kilitli bir çekmeceden fişekleri aldım. 30 fişeği bana mısın demeden aldı. Kanepeye oturup dökülmeye başlamış olan ojelerimi sildim. Aseton kokusu biraz iyi gelmişti bana. Kırmızı ojelerimi tırnaklarıma sürdüm, hoşuma gitmedi ama silmeye üşendiğim için diğer elime mavi oje sürdüm. Haşlanması için üç yumurtayı ocağa aldım. Babaannem güçlü ve akıllı olmak için yumurtayı sofradan eksik ettirmezdi. Günde en az iki yumurta yemek zorundaydık. Detaylı bir kahvaltıya üşendiğim zamanlarda üç yumurta yiyordum ben. Yumurtalar pişerken makyajımı yaptım. Saçlarımı düzelttim. Banyo neden bu kadar dağınık diye düşünürken yerdeki sabuna basıp sinirlenip çıktım. Banyoyu da sonra temizleyecektim. Odaya geldiğimde televizyon kapalıydı. Açık bıraktığımdan o kadar emindim ki, yine de ilk defa açıyor gibi olağan bir sakinlikle kumandanın açma kapama düğmesine bastım. Bir sabah kuşağı programı vardı. Kızı kaybolmuş bir anne kızımı bulun diye yalvarıyordu. Müzik kanalını ne zaman değiştirdiğimi hatırlamıyordum çünkü değiştirmemiştim. Değiştirmediğime yeminler edebilirdim ama buna muhatap olacak kimse yoktu evde. Yumurtaları tek lokmalık edip rujumu tazeledim. Sanki her şey her zaman böyleymiş gibi tüfeği bez torbaya koyup durağa gittim. İnsanlar bana şaşkınlıkla bakıyordu. Bazıları da korkarak tabi. Benim sakinliğim onları biraz rahatlatsa da kimi dikkat çekmeden benden uzaklaşıyor kimi uzaklaşmanın beni tetikleyeceğini düşünerek korkuyla ve sessizce bekliyordu. Otobüs geldiğinde benden başkası binmedi. Sanırım herkes başka yerlere gidiyordu ya da bir sonraki otobüsü beklemeye karar vermişlerdi. Bense sanki günler öncesinden planladığım bir randevuya gider gibiydim. Otobüsteki herkes de duraktakiler gibi sakin bir korkuyla beklediler ve hemen bir sonraki durakta hepsi indi. Şimdi şoför ve ben otobüsteydik. Ona duraklarda beklemeden ilerlemesini söyledim, dur dediğim yerde durdu. Tüfeğin emniyet kilidini açtım namluya yukarı çevirip sert adımlarla kapıya yaklaştım. Panikten olsa gerek şoför kapıyı biraz geç açtı sessizce inmiştim ki karşımda bir polis ordusuyla karşılaştım. Beni apar topar yere yatırdılar ve tüfeği elimden aldılar. Biri ellerimi kelepçelerken bir taraftan da sırtıma basıp ayağını çevire çevire eziyordu beni. Yere okkalı bir tükürük bıraktım. “Kahretsin!” dedim, çırpınmalarım işe yaramadı.
Bağrış çağrış küfürlerle emniyete getirdiler beni. Sürekli küfürler duyuyordum, arada sormamaları gereken soruları soruyorlardı bana. Sessizliğimi korudum. Tırnaklarımı sökseler de konuşmayacaktım. Neden böyleydi her şey bilmiyorum ama otomatik yüklenmiş bir duygu durumundaydım. “Bu tüfeği nereden buldun? Suikastı nereye düzenleyecektin? Emri kimden aldın? Kim için çalışıyorsun Fatma?”
Fatma mı, Fatma da kimdi? “Ben Fatma değilim!” dedim. Buna kimse inanmadı ve bana Fatma diye seslenmeye devam ettiler. Üst aramamda çıkan kimlikte bu yazıyordu ve tabii ki fotoğraf da bana aitti. Bu ben değilim dediysem de kimse inanmadı. Saatlerce beklettiler beni, sonra hastane, kontroller, soyunmalar, giyinmeler… Şimdi boş bir sorgu odasındaydım. Başımda iki sorgu meleği. “Bana Fatma diye seslenmeyi bırakın.” dedim. Bu onların duyabildiği son sözümdü. Onları çılgına çevirecek bir suskunlukla başbaşa bıraktım.
“Oksana benim adım. Moldovalıyım. Gizli bir istihbarat şirketinde Türkiye sorumlusu bir grubun üyesiydim. Mehmet’le tanışıp Türkiye’de oturum almak için onunla evlendim. Amacım, aslında kendisi de bir ajan olan Mehmet’ten önemli bilgileri almaktı. İkimiz de birbirimizin görevini biliyorduk ama bilmediğimizi sanıyorduk. Ben oğlum Ali’ye hamile kalınca işler değişti. Bu yasaktı. Evlenmek serbest ama aşık olmak, aile olmak yasaktı. Her iki taraf da bundan memnun değildi. Ne kadar gizlesek de attığımız her adımdan haberi olan üstlerimiz bunu da öğrenmişti. Birgün apar topar kaçtık, yanımıza birer hırka alıp yola düştük. İzimizi kaybettirdik, bu bizim işimizdi. Ali 6, Deniz 3 yaşına geldiğinde Mehmet’i buldular. Bir daha onu göremedik. Çocukları tek başıma büyütmek kolaydı ama onları korumak çok zordu. Mecburen teslim oldum. İstedikleri her şeyi yapacaktım. Karşılığında çocuklarım güvende olacaklardı. Bu sırrı çocuklarım hiç bilmedi. Onlara kendilerini koruyacak kadar dövüş, silah vs öğrettim. Güya bunlar benim hobimdi ve çocuklarım da anneleri gibi gözüpek olmalıydı. Emekli edilene kadar bir sürü işe girip çıktım, hepsi şirket tarafından ayarlanmış işlerdi. Banka hesaplarını boşaltıyor, gizli bilgileri alıyor, işe yaramaz adamları işe yarar hale getiriyorduk. Artık işe alınma yaşım geçip de istediğim yerlere girip çıkamamaya başlayınca bir temizlik şirketinde işe başlatıldım. Bu defa listedeki beyaz yakalı adamların evine temizlik için gidiyor, ses kayıt cihazları, kameralar yerleştiriyordum. Elden ayaktan düştüğüme inandıkları gün iyi bir maaşla emekli edildim. Ali evlenmiş, Fatma ve Ahsen adında iki kızı olmuştu. Ahsen güya Oksana’yı çağrıştırıyormuş. Fatma benim gözdemdi. Öldükten sonra Fatma’da yaşayacaktım. Türkiye’de buna inanan çok az insan var ama bizde özel ruhlar hep yaşar. Kendine illaki bir beden bulur, benim yeni bedenim Fatma idi. Yeni görevim de Mehmet’e ne olduğunu bulmak.”