Büyük Tiyatro’nun perdeleri yeni oyun için bugün yine aralanacak. Tüm hazırlıklar tamam. Malzemeler taşındı. Işıklar, ses kontrol edildi tam bin kere. Kostümcü her bir oyuncunun kıyafetini elli kere elden geçirdi. Ütücüyü darladı. “Şu kol uçlarına yeniden bas Satı abla sana zahmet. Bak, kat kat duruyor. Işık vurunca bu ne çirkin durur.” dedi. Satı abla, başıyla tamam derken içinden yaptığı işi düşündü. Garipsedi. Çok çok kocasının gömleklerini ütülerdi sadece önceden. Çocuklarının okul formalarını. Bekarken hiçbir şeyi beğenmeyen babasının eşyaları. İnsan bazen yaptığı işe inanamıyor. Bin dokuz yüz seksen sekizde yaşamış bir kadının kıyafetini ütülüyor iki bin sekizde Satı abla. Çoğu, inanamadığı işleri yaparak yaşıyor. Sonra da şaşırarak ölüyor.
Herkes vızır vızır büyük gün için çalışıyor. Büyük oyun büyük! Şehrin her yerine afişler asıldı. Televizyonlara, radyolara reklamlar verildi. Paraya kıyıldı yani. Yönetmen diyor ki: “Çok ses getireceğiz bu oyunla çok. Devlet tiyatroları strese girecek yahu bunları geçmeliyiz diye. Ama mümkün mü? Hayır tabii ki. Şuna bakın şuna. Şu ihtişamlı sahneye. Ülkede oyunumuzu duymadık kalmayacak.” Bekir abi, o an elinde çay tepsisi adamın heyecanını izliyordu. Merak etti, ben acaba en son ne zaman bu herif kadar heyecanlandım bir mevzuya diye. Çay, soğurken beyninin içi vızır vızırdı Bekir abinin. Çayın dumanı bitip giderken Bekir abi daha düşünüyordu, ne zaman? “Hah, doğru ya!” diye bağırıverdi. Yönetmen ve yanındakiler şaşırdı. Yardımcılardan biri, “İyi misin abi?” dedi. Bekir abi dışından dediğinin yeni farkına vardı. “İyiyim iyiyim. Yönetmen efendiye katıldım. Çok büyük oyun olacak çok.” diye lafı, tavuğu, kazı çevirdi ki yanmasın. “Küçük oğlan doğduğunda heyecanlanmıştım. Yirmi yıl önce. Ne güzel heyecanlanmıştım be. Keşke şimdi yine olsa arada böyle şeyler.” diye bu sefer içinden geçirdi Bekir abi. Çay, elinde dura dura kendisine benzedi. Heyecanı söndü. Baktı alan da yok, çay ocağına geri döndü.
Geç kaldı. Malzemecilerden biri depoya geç kaldı. Sabah erkenden gelin demişlerdi hâlbuki. Büyük Tiyatro’ya sabah altıda geçeceğiz, ona göre diye buyurmuşlardı. Ama o, evden saat altıda ancak çıktı. Annesine kızdı, saati duymadım ne var namaza kalktığında beni de uyandırsaydın diye. Annesi de ona kızdı: “Mümine olsaydın da namaza kalksaydın, peşinden de gideceğin yere gitseydin.” diye. “Hem ben uyandırdım seni namaza, ıhhlayıp diğer tarafa döndün. Söylenme şimdi.” Annelerin art arda sıralamalarına hangi güç karşı koyabilirdi? O da karşı koyamadı. Apar topar çıktı evden. Hava soğuktu ama onun yüzü cayır cayır yanıyordu. Telaşlanmıştı. Herkes bu büyük güne hazırlanıyordu aylardır. Onun yüzünden bir şeyler aksamasındı. Depoya vardığında buçuğu bulmuştu. Depo bekçisi Ali abi karşıladı onu. Onlar gideli yarım saat oldu, dedi. Başkan sana epey kızdı, haberin olsun diye de ekledi. Pustu kaldı. Ne yapayım peki, dedi. Ben de geçeyim bari. Dur dur, dedi Ali abi. Malzemelerden birini unutmuşlar. Bunu götür bari de az kızsınlar sana. “Hay yaşa,” diye sevindi. “Şu işten kurtulayım benden sana tatlı Ali abi.” Ali abi içeri geçti, dışarı çıktığında elinde bir beyaz bir torba vardı. İçinde de bir kalaşnikof.
Bakakaldı. “Bu ne abi,” dedi. “Sen beni yakacak mısın? Otobüse elimle bununla nasıl binerim? Terörist diye anında yaygarayı basarlar. Annemin kalbine iner. Zaten sabah namazını da kılmadım diye kızdı. Buna bağlar. Hayatta götürmem. Söyle arabayla gelip alsınlar.” diye diretti. Ali abi, “Sen bilirsin.” dedi. “Hani sana bir yardım olur diye dedim. Yoksa ararım malzemeciyi nolacak. Ama başkan burnundan soluyordu ona göre.” Arkasını döndü içeri girdi Ali abi. Çaresiz kabul etti götürmeyi. Arkasından “Bari daha büyük bir şeye koy. Valize ne bileyim. “ dediyse de duyuramadı. Ali abi dünyayı yine sessize almıştı. Kapıyı kilitlemişti bile. Usuldan evine koyulmuş olmalıydı.
Otobüs durağına geçti. On dakika bekledi. Aklından tonla şey geçti. Tiyatro görevlisi kartını, oyunun davetiyesini her şeyi hazırladı eline. Şoföre ve yolculara gösterip binecekti. Öyle de yaptı. Şoför: “Abla sen yine de benden uzağa tut, şeytan doldurur.” diye korka korka uyardı. Yolculara da açıkladı kendini: “Sakın korkmayın. Ben tiyatronun malzemecilerindenim. Hani şu Büyük Tiyatro’da bugün oynanacak, reklamını görüp durduğunuz oyun var ya hah onda görevliyim. Bu gerçek değil, korkmayın.” Kimisi rahatladı, kimisi tedirgin durdu. Çantalarını kalplerinin hizalarında tuttular. Ola ki ateşlenirse bir ihtimal…
Yolda malzeme grubuna yazdı. “Geliyorum,” dedi. “Hocayı sakinleştirin. Bakın sizin için böyle bindim otobüse. Ne biçim bakıyorlar bana haha.” Yeni binenlere de açıkladı kendini, korkmayın korkmayın. Gerçek değil bu. Tiyatrocuyum ben, dedi. Yolculardan en cesuru, “Nereden bilelim, ne malum?” diye bağırdı. Yanındaki hızla dürttü onu: “Gerçek olduğunu anlaman için ya üstümüzde denerse? Sus tut ağzını.” diye kızdı. Kız, daha fazla açıklamadı kendini. Beş dakikalık yolu kalmıştı şunun şurasında. Hem bu görüntünün neresi garipti? Elinde bir kalaşnikofla herkes yolculuk edebilirdi.
Otobüsten ineceği yerden iki durak önce inmek zorunda kaldı. Araba hararet yapmıştı. Şoför, sanki dişine bir şey kaçmışçasına rahat söyledi bunu: “Son durak. Araba hararet yaptı.” Söylenerek indiler. Telaşlandı hâliyle. Elinde bu acayip şeyle daha uzun yürümesi demekti bu. Şehrin meydandan sonra en kalabalık caddelerinden geçecekti. Başta fark eden olmadı. Ama yürüdükçe kalabalık arttıkça sesler çıkmaya başladı. “Bu gerçek değil değil. Tiyatronun malzemecisiyim ben. Hah bakın bakın işte şu afişteki oyuna yetiştireceğim bunu.” diye diye yardı kalabalıkları. İnananlar çıktı, inanmayanlar çoğunluktaydı. “Polisi jandarmayı arayalım.” diye yüksek sesle düşündü kalabalık. Kız, endişelendi. İspata yeltendi. “Yahu etmeyin, bakın işte.” dedi torbadan çıkarırken silahı. “Bakın, sıkacağım bir şey olmayacak bakın.” Kalabalık, o silahı doğrultunca bağırarak yere yattılar. Sanki aynı kışlada askerî eğitim almış gibi aynı anda hem de. Kızın hoşuna gitti, kıkırdadı. “Korkmayıııın,” diye uzata uzata kıkırdaya kıkırdaya bastı tetiğe. Bamm bamm bamm bamm! Etrafında dönerek yapmıştı bunu. Bir kısmı yere yığıldı. Dondu kaldı, yok yahu dedi. Denemek için havaya sıktı. Gürültüler kopararak ateş püskürttü ağzından kalaşnikof. “Poliss jandarmaa!” diye bağırdı kalabalıktan biri. İstemsiz ona doğrulttu silahı. “Yahu ben malzemeciyim malzemeci, bağırma abla!” derken bamm! Sonra ateşlenen silah durmadı BABABABABABABAMMM. Korkudan ne yapacağını bilemedi. Silahı elinden bırakamadı. Oradan kaçtı.
On dakika kaçabildi. On dakikanın sonunda kendini polis arabasında buldu. Hastaneye götürülüyordu muayene için. İçinden delirmiş gibi yapsam, diye geçirdi. “Dümdüz anlatsam inanmazlar. İyi de bunun bizim depoda ne işi var?” diye sordu kendine. Cevabını bulamadı. Polislerden biri, “Ne tiyatrosu diye sayıklıyordun sen?” diye sordu arabada ters ters. Bir diğeri uyardı: “Konuşma şununla. Bırak.” “Abi vallahi tiyatro malzemecisiyim ben. Şu Büyük Tiyatro’da oynanacak oyunca görevliyim. Ona gidiyord…” “Haaa, ses getirecek diye reklamlara çıkıp duruyordu. Aferin, iyi ses getirdin.” diye tersledi bir başkası. “Dünyanın en canlı kanlı oyununu şehrin göbeğinde oynattın.”
Annesini düşündü o an. Ara ara söylenirdi. Hayır, çok söylenirdi. “Hayatını düzene sok artık,” derdi. “Böyle nereye kadar?” Onu bazen haklı bulur, kimi radikal kararlarla güne başlardı. Bugün o radikal kararlardan birini daha almak isterdi aslında. Annesinin akşama kadar çenesini dinlemek, soğuk sabahlarda iş için yollara düşmek, günlerini yapayalnız devirmek… Patlamak isterdi şu an sıkıntıdan. Radikal bir eylemde bulunmasaydı. İnsan, koca bir çaresizliğin ortasındayken en kötü zamanlarını bile özlüyordu. Polis arabası sert bir frenle durdu. “Hadi bakalım,” dedi polislerden biri. “Şov mast go on.”