Ben o zamanlar on yedi yaşında, umarsız ve serseriliğe özenmiş, çaresiz bir genç kızdım. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu çözmek için zaman harcamıyordum. Sadece yaşıyordum.
Yüzüme bir rüzgâr esse ferahlamıyor rüzgâra sövüyordum. Yanımdan birisi hızlıca geçse neden acelesi olduğuna kafa yormuyor benim yoluma engel teşkil etmişçesine yüzümü buruşturuyordum. Zar zor girdiğim liseyi bitirmek için yine zar zor okuluma gidiyor, arka sıralarda beş dakika sonra tadı kaçan sakızımı patlatıp eve geri dönüyordum. Okulum ilçenin çıkışındaydı ve yolu tenhaydı. Okulun arkasında öğrenciler için bir yurt vardı ve bu yurda gitmek için gerçek manada bir patika yolu kullanırdık. Yurda yol yapma fikri kimsenin aklından geçmemişti. Okula kaydını yaptıranlar ilk zamanlar yurdu bulmak için çabalardı çünkü ana yoldan bakıldığında yurt ancak ilçeden çıkarken bir göz ağaçların arasından görünürdü. Okuldan biraz ilerleyince ana yola bağlanan dönemeçte bir otobüs durağı vardı. Her gün sabah sekiz ve akşam sekizde geçen otobüs ve ilçeye gelen az sayıdaki memur araçları dışında yolda pek hareketlilik olmazdı.
Bu ıssız ilçede doğdum. Annem , babamın çalışmaya gidiyorum diyerek aldattığı annem, ben üç yaşındayken benden vazgeçmişti. Onun için beş para etmez bir adama aldanıp düşülen bir gençlik hatasıydım. Sonraları öğrendiğime göre sıcacık bir evi ve iki çocuğu varmış. Mutluymuş. Acaba geceleri yalnız kaldığında aklına hiç geliyor muyum diye çok düşündüm. Beni halama bırakıp gitmişti. Halam da asabi, sevimsiz bir kadındı. Hâlâ beni neden sahiplenip yalnız hayatına derttaş ettiğini aklım almaz. On iki yaşına kadar ondan yemediğim dayak kalmadı. Bir gün ben yediğim dayakla evden çıkıp derenin kenarına bayılınca yaptıklarından bir gram etmeyen vicdanıyla pişman oldu ve iki yıl daha bana dayaksız bir şekilde tahammül etti. Sonra beni ilçeye indirip bu ücra liseye kaydettirdi. Her ay ilçeden bir abiyle elime üç beş kuruş para tutuşturdu bazen da başkalarının giyinmişlerini yolladı. Bu iyilikleri evinde şüpheli bir zehirlenme vakasıyla ölü bulunmasaydı yapmaya devam eder miydi bilmiyorum.
Lisede herkesle kavgalıydım. Hem öğretmenler hem öğrencilerle. Bazen sınıfın dünyanın en güzel kızları onlarmış gibi davranan kızlarıyla çıkışta birbirimize girer üstümüz başımız yırtılmadan ayrılmazdık. Bazen bana asılan oğlanları bir tekmede yere serer, bir tokatla yanlarından gelip geçerdim. Bana ses çıkartmaya zamanla kimsenin gücü yetmedi. Yaşıma göre olgun bir vücudum ve güzel bir yüzüm vardı. Bunu bazen aptal oğlanlara işim düşünce kullanır sonra yüzlerine bakmazdım. İlçede bir fırında temizlik işine girdim ve bir süre para kazandım. Fırıncı adamın benden sonra yanına aldığı çırak fırında sadece ikimiz varken üstüme yürümeseydi daha da fazla para kazanırdım. Kendimi kaçarak kurtardığım günün akşamı kuaför Mualla abla beni paspas yapmam için yanına aldı. Ben kuaföre gelen oldukça güzel ve bakımlı, bazen platin sarı saçlı bazen de kırmızı ruju iki kat sürmüş memur kadınları ya da memurların eşleri olan kadınları izlerdim. Mualla abla zamanla bunu görüp bana oje sürmeyi, manikür pedikürü öğretti. Zaman buldukça bana silahlardan ve özelliklerinden de bahsederdi ve ben onun bu bilgisine şaşırırdım.
Okul çıkışı o ücra yolu bazı günler birkaç oğlanı döverek kat ediyor ve heyecanla kuaföre gelip işimin başına geçiyordum. Zaman buldukça kendi tırnaklarımı da kırmızıya mora boyuyor o zamanlar serseri tarzıma yeni ve ulaşılmaz bir hava kattığımı düşünüyordum.
Bir gün, baharın bittiğini yerdeki hafif ıslaklık ve sararmaya yüz tutmuş yapraklardan anladığımız bir gün, kuaför Mualla ablayı jandarmalar alıp götürdü. Beni de görgü tanığı olarak aldılar fakat ben Mualla ablanın sert ve ıssız dağların dibinde kalan ücra ilçemize gelen eşkiyalara silah tedarikçisi olarak çalıştığını bilmiyordum. Böylesi kirli bir iş için Mualla abla gibi alımlı bir kadını kullanmalarına hâlâ hayret ederim. Benim tabiki dönen hiçbir işten haberim yoktu fakat karakolda jandarmalar kim olduğumu araştırırken gözüm dosyamda yazan annemin adresine takılı kaldı. Fırsattan istifade bir aralık elime eğri büğrü bir yazıyla adresi yazdım. Sonrasında suçsuz olduğum dahası hiçbir haltı bilmediğim gerekçesiyle serbest bırakıldım. O zamanlar halam ölmüş olduğundan öcesinde biriktirdiğim paramı idareli kullanarak geçiniyordum. Fakat annemin adresi aklımın bir ucunda öylece duruyor, henüz üstüne basılmamış bir bomba düzeneği gibi beni bekliyordu. Nihayet bir gün sabah sekizde durağa inip otobüse bindim ve bizim ilçemize nazaran daha gelişmiş ve kalabalık olan yan ilçeye geçtim. Birkaç esnafa sorup önünden hiç geçmediğim o evi buldum ve görünmeyeceğim bir yere sinerek içeriden gelen hareketliliği bekledim. Ardından içeriden çıkan o kırka yanaşmış yaşına rağmen hala dipdiri duran kadının benim yaşlarımda bir kız ve bir oğlana içten sarılmasını kayıtsızca izledim. Hava yağmurluydu fakat sağanak durmuş sadece çiseliyordu. İçimden ağlamak gelmedi. Hesap sormak da gelmedi. Diğer binaların arasında ıslandığı için iyice pisleşen o kuytu yerde sadece üşüdüğümü hissettim. Annem denen o kadın madem sarılmayı biliyordu bana neden sarılmamıştı diye düşünmeden edemedim. Kollarının arasına aldığı o iki çocuğun yanına bir de benim başımı neden sığdıramamıştı? Üstüme düşen bir çöple daldığım yerden gözümü çevirdiğimde sorumun cevabımı kendim verdim. Çünkü ben pistim. Pislik içindeydim. Bir annenin bile beni kollarına alamayacağı kadar içime işlemişti pislik. Çömeldiğim yerden kalkıp usulca yurduma döndüm. Peşim sıra bir gölgenin beni takip ettiğini ise fark edemedim.
Akşamın sekizinde otobüsten inip yurda girmek için döndüğüm ıssız patika yolda siyah paltolu ve kirli sakallı bir adam sigaradan sararmış dişlerini bana göstererek yolumu kesti. Korkmamam için birkaç cümle sarf ettikten sonra Mualla ablanın gönderdiğini söyledi. Eskiden kuaför olan o yerin içine girip eski hasır halısını kaldırıp altındaki bölmeyi açmamı ve içindeki emaneti almamı istiyordu. Ben sabah olmadan kayıtsızca aldığım bu emri yerine getirmek için yola koyuldum. Elime geçirdiğim keskin bir bıçağın ucuyla pencerenin kilidini açtım ve içeri girdim. Halıyı kaldırıp bölmeyi açtığımda sabahın ilk ışıklarıyla zar zor seçtiğim tüfek karşımdaydı. Bir keleş. Ben bunun keleş olduğunu nereden biliyordum diye düşündüm. Beynimde pasparlak bir ışık belirdi. Mualla abla bana neden hep silahları anlatıyordu ki? Elimdeki silahı inceledim. Ahşap ön el kundağı ve dipçiği, gaz pistonlu mekanizma ve kavisli şarjör. Kalaşnikof. Ne kadar aptaldım. Mualla abla bana sadece oje sürmeyi değil silahları da öğretmişti. Bir an durup aklımdan isminin Mualla değil de daha kaba saba bir isim olabileceğini geçirdim. Bir önemi yoktu. Silahı bez çantama atıp açıktaki yerleri kapatarak eski kuaförden çıktım. Hava daha aydınlanmadığından etrafta kimseler yoktu. Duyduğum tek ses hızlı hızlı alıp verdiğim nefesimdi. Silahı bir beze sararak yurda soktum. Bu küçük yerde kimsenin ne taşıdığımı umursayacağı da yoktu. Derin derin düşündüm. Mualla ablanın neden bana silah bıraktığını sordum kendime. Fakat bunca bilinmeze rağmen aklım bana oyun oynuyor, bu silahı dünkü görüntüyle bağdaştırıyordu. Kendimi sürekli uykumdan uyanırken buluyordum. Rüyamda ayaklarım otobüse biniyor, diğer ilçede iniyor, o evi buluyor, silahı doğrultuyor, sıfır hatayla o iki çocuğa sıkıyordu. Tekrar ve tekrar aynı rüyayı görerek uyandım. Bir hafta sonra aynı şeyleri yaşadım ama tek farkla. Bu sefer gerçekten o otobüse biniyordum. Bir ara dönüp bez çantamdaki silaha göz attığımda onu sarmadığımı fark ettim. Bir anlığına telaşa kapıldım fakat otobüsteki üç kişi umursamazca yolu seyrediyordu. Bir aralık içlerinden yaşlı bir kadın “Yavrum bu oyuncaklarla oynama yaşın geçmedi mi?” diye sorunca içim rahatladı. Kardeşime hediye olarak aldığımı söyledim. Kardeşime… Hediye… Anlamışçasına başını salladı. Lafı uzatmadı.
Rahatlayınca telefonumu açtım ve daha öncesinde sosyal medyasını bulduğum annemin hesabına göz gezdirdim. Çocuklarının doğum gününü kutlamıştı. Onları öpüyor, onlarla gülüyordu. Beni ilk öpenin lisedeki o sümüklü çocuk değil de annem olmasını dilerdim. Yüzümde iflah olmaz bir mutluluk vardı. Biraz daha dikkatli bakınca intikam ateşini görürdünüz. Fakat bana kimse o kadar dikkatli bakmazdı. Gerçi ben o gün oldukça güzel hazırlanmış, makyaj bile yapmıştım. Ayaklarım tıpkı rüyadaki gibi o evi buldu ve okuldan dönen çocuklarını karşılayan anneyi hedefine aldı. Sarılan o üç kişiyi silahın ucuyla aynı hizada izledim bir süre. Ardından bunu yapmak hiç aklımda yokken içimdeki o büyük gürültüyü dışarı vururcasına bağırdım: Anne! Bana neden böyle sarılmadın!
Ve tetiği çektim. Büyük bir gürültü koptu. Ardından yine büyük bir feryat tüm sokağı kapladı. O güne dair hatırladıklarım beni kıskıvrak yakalayan esnaf ve apar topar tutuklayan polislerdi. Annemin çocuklarından birini alenen öldürdüğüm için suçumu inkâr etmemiştim. Fakat yurttaki odamda halamı öldüren zehrin aynısını bulup kapanmış bir dosyayı yeterli delil sebebiyle tekrar açmamış olsalardı şimdiye mahkumiyetim bitmiş olurdu ve ben bu yazıyı cezaevinden yazmamış olurdum.
Dedim ya ben o zamanlar on yedi yaşında, umarsız ve serseriliğe özenmiş, çaresiz bir genç kızdım. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu çözmek için zaman harcamıyordum. Sadece yaşıyordum. Tabi buna yaşamak denirse.