dünya hâli
dün gece bi türlü uyku tutmadı. balkona çıktım. gökyüzü pasparlaktı. yıldızlar öyle berraktı ki, yüzeylerindeki pürüzleri görecektim neredeyse. bazısı gezegendi galiba, öylesine büyüktüler ki. sonra dağlar, yer yer parıldayan sokak lambaları orada birilerinin olduğunu, oradaki birilerin ne dertleri yahut sevinçleri olduğunu… bir çay kahve içmeyegör, elalemin derdi geceni bölmek için pusuda bekliyordur. sonra yarın olacak, sabahına kim kalkacak, mide yanması, gözlerde acı, düşüncesi bile endişe veriyor. sonra kader, insan neler yaşıyor bu hayatta. yaşanılacak her şeyin insan için yaratıldığından bir an olsun bihabermiş gibi davranınca öyle düşünüyor insan. insan bunca yaşadığına omuz mu dayandırır, pörsür, eskir, incelir incelir de dayanacak bir yeri kalmaz omuzlarında, bakar ki keçeleşmiş omzu, sabah da olacakmış. örtecekmiş gecenin biriktirdiklerini, yeri gelince usul usul kaldıracak, görmenin marifetlerinden biri de işte öyle anlarda kendini belli edecek. vay ki görmek acının iletken olduğunu ayak uçlarına değin hissetirirmiş.
mideme birkaç şey attım, iyice büzüşmesin diye yerken diyaframdan derin nefesler aldım. yalnız da hiçbir şey çekilmiyor düşüncesi kahvaltımın bitişinin hemen öncesinde kurduğum cümleydi. sekmezdi. kahvaltının çekilebilir bir şey olduğu, daha da önemlisi bir şeyleri çekilir kılanın birilerinin var oluşu gerçeğinin duvar gibi önümde duruşu… adım atmamı sürekli engelliyordu. zeytin, peynir ve reçel tabaklarını geldikleri hâliyle buzdolabına götürdüm. buzdolabı açıldığında, bu evde bir yaşanmışlık olduğunu, bu evde pek olmasa da sıcak bir ortam olduğunu, bu evde yaşanıldığını görebilmek için o tabakları buzdolabına götürdüm. dünya hâli ya, bu eve bir daha gelemeyeceksem bile buzdolabı açıldığında açana selam versinler diye.
henüz kahvehaneler tıkış tıkış olmamıştı, dükkânı açtım. anahtarı ikinci kez çevirirken arkadan selamlama sözcükleri yığıldı kapının önüne, dükkâna girmeyi bekliyorlardı. abi okullar açılacak yahu, burası tıklım tıklım olmadan bizim çocuğu bi halletsen sana zahmet, döndüm Kemal’e baktım, avucuyla kavradığı omzun sahibine kaydı gözlerim, oğluna; istemiyordu saçları kesilsin, belli. ne babasıyla tartışacak ne de oğluyla anlaşacak hâldeydim, içeri buyur ettim. top oynarken dakikada bilmem kaç kez saçlarını yana savurması ona külfet gelmiyordu belli ki, saçlarını geri yatırınca kaşları bunu ele vermişti. vur üçe, dedi Kemal telefona bakarken. oğluyla aynada karşılaştı bakışlarımız, yüzünde birkaç kas daha hareket edince aynadaki lekelere odaklandım. temizlenmesi lazımdı bu aynanın da. aldım elime makineyi. gideceğiz üniforma almaya, daha alışveriş yapmadık, hepsi bi dünya para, hepsi sıkıntı. Kemal’in cümleleri dükkânda dolandı, aynadaki lekelere çarptı, geldi oğlunun kulak kepçesinin arkasına yerleşti. makineyi bir cümlenin sonuna, bir cümlenin başına, bir cümlenin ortasına derken bölük pörçük ettim tümünü. elimdeki kafanın ensesinden yukarı doğru numarayı arttırdım, oğlan gülümsedi. Kemal’in umursadığı falan yoktu. ne kadar konuştuysa usturayla kestim biçtim konuştuklarını. arada elindeki telefondan çıkan sesler dükkânda yankılandı, bazen onlar böldü cümlelerini. fırçayla kılları şöyle bi oğlanın alnından temizlerken gülüşü aynadaki lekeleri kapattı. önlüğü çıkardım, çocuk mutmain olmuş biçimde kapıya vardı, Kemal çıkardı parayı verdi, oğluna bakmak bile bakmadı. oğlana göz kırptım. aklım kesemediğim cümlelerde kaldı. ama takılmadım çok. çıkıp gittiler. koltuk soğumadan muhtar geldi. selamün aleyküm, ve aleyküm selam. yıllardır nasıl kesiyorsam başladım öyle kesmeye. su faturası, kira, mahallenin çöpleri, belediyenin ihmalkârlığı, dolmuşçuların dertleri, hanımının harcamaları, kayınçosunun borçları… daha nicesini bölük pörçük ettim. burayı duygu istifrahanesi sanıp ağzını tutamayan onlarcasına biriken öfkem baş gösterdi muhtar konuşurken. hep iyi şeyler yaşamasa da insanoğlu, hep kötü konuşmalı mıdır, hiç bi iyi bir şeyler insanın hayatında; su içmesi, yürümesi ya da ne bileyim, rahatlıkla oturduğu yerden kalkabilmesi.
bir omzu yükle akşam ettim. yerler perişan haldeydi. camın dışından bakan yerlerde saç telleri görecekse de aslında cümle cümle, kelime kelime nefret söylemleri paspas olmuştu, dükkânı doldurmuştu. elime aldım süpürgeyle küreği, kıyıdan köşeden alabildiğimi aldım, süpürgeliklerdeki kir tortusuna yapıştı bugünden kalanlar. böyle inşa oldu bu dükkân, böyle var oldu. uzaktan bakınca görebildiğim buydu. omuzlarımın altından dükkâna bakınca görebildiğim buydu.
midem âdeti gereği guruldadı, dükkânı kilitledim, evin yolunu tuttum. kıyıdan köşeden yürüdüm, Kemal’in oğlu top oynuyordu birkaç çocukla. topu arkadaşına paslayıp yanıma geldi. ensesini kaşıyordu, sabahtan beri ensesi epey kaşınmıştır diye geçirdim içimden. dünyanın en iyi berberi sensin, dedi, koştur koştur eve gitti.
bu gece de uyku tutmadı, gün boyu içtiğim çaylar benimleydi bu gece. oturdum balkona. hiçbir şey eskisi gibi değil, düşüncemi aldım oturdum bu kez. eskisi ne zamandı, ne zamanı yok sayıyorum bunca zamandır? bilmem kaçıncı ayın bilmem kaçıncı gününde, şu senede yaşanmış bir olaydan sonrası eskisi gibi olmuyor. muş. o tarihten öncesi, şöyle bir geçti gözümün önünden. eskisi sonrası yok ki bu işim. her zaman aynıymış meğer. hayatın ileriye dönük bir akış olduğunu bu yaşımda idrak edebildim. ne büyük kayıp, düşüncesi bile korkunç. meğer öncesi de sonrası da birmiş. değişiklikler aleminde nefes alırken ne bekliyordum, gerçekten anlaması güç. bunca yıl bunu anlamaya hazır olmayışımı da anlıyorum artık. her şey tekdüze giderken aslında hiçbir şey tekdüze gitmiyor. bir anda dünyanın en iyi berberi olabiliyor insan.