Şeyh’imin hırkasının cebindeyim. Nasıl oldu hatırlamıyorum ama hafif sersemleştiğimi hayal meyal görür gibi oluyorum. Bir buzlu camın arkasından bakmak gibi oluyor. Bilincim şimdiye eşlik edemiyor. Kabul etmek yükleri azaltır, der Şeyh’im. Kabul etmeye çalışıyorum.
Sağ cebindeyim Allah’tan. Şeyh’im misk ü amber kokan tesbihini bu cebine koyar. Ondan bildim. Koku beni cepten çıkarır gibi oldu. Başım önümde yârenlerle onun huzurunda gibi hissettim. Usul usul bir şeyler anlatıyormuş gibi kulağıma sesler çalındı. Derken gözümü birden açınca kendimi yine cebinde buldum. Cepten çıkma rabıtası yaptın ha Hacı, diye acı acı güldüm. Derken rabıtayı dalga mevzusu ettiğimi düşünüp başımı secdeye koyup tövbe etmek istedim. Ama düşündüm düşündüm bulamadım. Kıble ne tarafta kaldı acaba? Yine de Allah’ın nuru her yerde olduğundan hissettiğim yöne doğru cebin içinde secdeye vardım. Düz olmadığından solucan gibi kıvrıldım. Olsun, dedim. Allah böyle kıvrılıp secdeye varanların da Allah’ı.
Şeyh’im elini cebine atınca yapışıp çıkarım diye düşündüm. Ondan telaşsız bekledim. Lakin baktım boyum tesbihin imamesi kadar var yok. Velev ki çıktım aslıma nasıl döneceğim diye düşündüm. Ya suç işlediysem de böyle ufaldıysam? Ya dışarı çıkınca suçumu katmerlersem de un ufak olursam? Ben böyle kendi kendime düşünüp dururken Şeyh’im gül kokulu elini cebine atıverdi. Fırsat bu fırsat Hacı, sarıl da çık oğlum dedim. Gayretle tesbihe sarıldım. Tam tesbihi cebinden çıkarıyordu ki tam gün ışığını görmüştüm ki tak diye geri bıraktı elinden tesbihi. Esnaftan gelenler olduğundan postuna geri oturup onları dinlemeye koyuldu.
Eh be Hacı, dedim. Ufaldın diye elin ayağın da mı köreldi? Tırman da çık madem. Şöyle bir yukarı baktım. Boyumun yedi sekiz katı kadar bir cep. Tükürdüm elime, bismillahla başladım. Lakin kumaş izin vermedi. Kaydı gitti küçücük avuçlarımdan. Çare yok, tesbihin alınmasını bekleyecektim.
Kulağımı dayadım dışarıyı duymaya çalıştım. Sesler geliyordu elbet ama boğuk boğuk. Sanki kulağıma beş on beden büyük gibilerdi. Sen nasıl bir günah işledin be Hacı diye eseflendim. Ne işledin ki sesler bile seni terk etti?
Düşünmeye başladım. Sakalık ederdim Amasya’nın taştan sokaklarında. Soğuğu soğukların, sıcağı sıcakların efendisi olan bu şehirde yazları buz gibi sular şerbetler dağıtırdım. Ayazın en ayazı günlerde de kırbama sıcak salep doldurur sokak sokak gezerdim. Şeyhim iki sene boyunca sakalık ettirdi bana. Acaba böyle dolaşıp dururken birinin gönlünü mü kırmıştım da ufalıp bir cebe dolmuştum? Düşünmeye koyuldum cebin içine kıvrılıp. Ne ettin sen Hacı? Ne ettin?
İnsan suçum var mı diye düşündükçe haklı olduğu zamanlar daha çok gelip dikiliyor karşısına. Hangi anımı düşünsem hep haklı buldum kendimi. Hatta haksızlık etmeyi bırak bin deve yüküyle haksızlığa uğramış olan bendim ben. O zaman neyin nesiydi bu? Neyin ezasıydı? Bulamadım. Tövbe istiğfara devam ettim, ne yapayım?
Esnaf huzurdan ayrılmış olmalıydı ki Şeyh’im ayaklandı. Gövdesi hareket ettikçe ayran gibi çalkalandım cepte. Nice zaman geçti bilmiyorum, Şeyh’im yine gül kokulu elini cebine attı tesbihini almak için. Hemen yapıştım tabii. Hele şuradan bir çıkayım, Şeyh’im derdi bana bu işin müsebbibini. Allah’ım dedim beni koyduğun her hâle razıyım lakin önce bileyim. Bunu düşünür düşünmez utandım. Estağfurullaah. Pazarlık eder gibi estağfurullaaah. Küçücük ellerim tesbihten kayıverdi estağfurullah çekerken. Pıt diye geri düştüm cebin köşesine.
Yoruldum derken. İnsan, sırtında fanilik yükünü hep taşıyor ebatı ne olursa olsun. Yorulmak, dinlenmek, yaşamak. Ve ölmek. Tüm ebatlardaki canlılar için ortak. Tesbihsiz sağ cepte uyuyakaldım. Rüyamda yine cepteydim. Uyuyakalmıştım. Birinin dürtmesiyle uyandım. Şimdi tarif etmek olmaz, Azrail’miş meğer dürten. Adını demedi de hissettirdiğinden bildim. Vaktin tamam olduğunu anladım. Kurbanlık koyunlar gibi bıraktım kendimi. Hadi al emaneti, dedim. Almadı. Buradan çıkmadan olmaz, dedi. Buraya sıkıştın, imtihanın durdu. Çık bakalım, karış hayata, yaşa ki öl, dedi. Demedi hissettirdi. Bakıp duruyordum ki sarsıntıyla uyandım. Ama sarsıntıdan çok rüyamdan korktum. Demek ki çıkınca emanet de elden gidecekti. Canım o vakit tatlı geldi. Şeyh’im bir defasında uçurumdan düşmek üzere olan bir adamın sağ elinin hizasındaki çileği görünce, “Allah’ım şunu yesem de düşeceksem öyle düşsem.” dediği hikâyeyi anlatmıştı. O zaman anlamıştım, dünya tüm dikenlerine razı olunan oyun yeriydi. Tatlıydı.
Şeyh’im hırkasını çıkarmış olmalıydı. İşte fırsat sana Hacı, dedim. Hadi çık buradan. Heyecanlandım, tam adımımı atıyordum ki rüyamı hatırladım: “Karış hayata. Yaşa ki öl. Yaşa ki ölll. Yaşa kiii öööölll” sesi kulağımda çın çın çınladı. Olmaz dedim olmaz. Karışmam hayata. Karışmam ve ölmem ölemem. Geri döndüm. Tam köşeye sığınmış oturacaktım ki hırkayı bir el kavradı. Salladı salladı. İyice yapıştım düşmeyeyim diye. Ama ne fayda. Bir dağın tepesinden düşer gibi düştüm yere. Hanım Ana’nın sesini duydum sonra: “Hırkan kirlenmiş Efendi. Toza bak toza.” Şeyh’ime baktım, pencere kenarına kurulmuş dışarıyı izliyordu. “Tozlar düşsün ki yaşasınlar Hatun,” dedi. “Silkele iyice silkele.” Hanım Ana iyice silkeledi hırkayı, getirdi Şeyh’imin dizinin dibine bıraktı. Sonra çıktı odadan.
Usul usul Şeyh’ime yaklaştım. Pıt pıt vurdum dizine kendimi göstermek için. Pencereden yönünü çevirdi, dizine doğru iyice eğildi eğildi eğildi. “Şeyh’im,” diye ağladım. “Şeyh’im ben nokta kadar kaldım. Dua buyur Şeyh’im. Vücudumun eski hâline kavuşmak dilerim.” Şeyh’im başını iyice yaklaştırıp fısıldadı: “Sana demediler mi yaşa ki öl diye? Bunu mu dilersin?” Hayır manasında başımı salladım. Baktım hırka yanında duruyor. Şeyh’im iğne ipliğe uzandı. Boynumu eğdim, hırkaya doğru yol aldım. Sağ cebinden içeri girdim. Köşeye yerleştim. Şeyh’im cebi dikmeye koyuldu. O an kulağımdan içeri “Er kişi niyetine!” doldu.