Gözlerimi aralamayı bile bilmeyerek geldim dünyaya. Öğrenmeyi öğrendim ilkin. Yemeyi başkalarından öğrendim. Yürümeyi ve konuşmayı da… Okumayı, yazmayı, bağırmayı, vurmayı, kırmayı öğrendim birilerinden. Peki ya düşmeyi? Yerken dökmeyi, konuşurken sürç-i lisan etmeyi kimden öğrendim? Sevmeyi mesela. Ağlamayı, gülmeyi, yağmurlarda ıslanmayı, huzuru hissetmeyi kimden öğrendim?...
Öğrenmeyi güzel öğrendiğimi görünce anam babam, kendi bildiklerinden başkasını öğrenmeyeyim diye kendi bildikleri üstadlara emanet ettiler beni. Ya da o üstadların önüne attılar eti de kemiği de sizin, diyerek. Üstadlar seve seve kabul ettiler. Et de kemik de severiz dediler.
Medrese dedikleri bir daireydi burası. Medrese: ders yapılan yer. Çok dersler yapıp çok bilgiler öğrenecekmişiz, dünyanın en ilimli en bilgili insanları biz olacakmışız. Bu medresenin talebeleri. Üstadlar öyle dediler. İnanmayı öğrendim, inandım. Benim gibi öğrenmeye gelmiş yirmi kişiyle yaşamaya başladık bu dairede. Medresede. Yirmi kişi tek daire, tek tuvalet tek lavabo tek banyo. Yatakhane, yemekhane, dershane hepsi aynı oda. Gece namaza kalk, yatağını topla, üstünde yattığın süngeri odanın bir köşesine yığılan diğer süngerlerin üstüne koy, abdest al, seccadeni ser ve otur. Yirmi dakikan var. Yetişemezsen günah hanene bir puan. Günahları öğrendim. Ev içinde giydiğin elbise önden arkadan robalı olmalı, başörtün omuzlarında olmalı yoksa günah. Geceleyin de aynı şekilde bir gecelik ve başörtüsüyle uyumalısın. Ev dışında ise üstadların giydiği gibi bir dış örtüsü. Farklısı günah. Üstadlar sana istedikleri gibi davranabilir, hakaret eder, kızar, küçümser. İçinden bile asla kötü düşünmemelisin. Çünkü günah. Hem kasap sevdiği deriyi yerden yere vururmuş. Üstadların yanından geçerken eğilerek geçmelisin, bir şey söylerken yere diz çöküp söylemelisin. Aksi günah…
Bu kadar günah ağır geldi. Çıkıp gitmek istedim. Ama kapıyı bulamıyordum. Nerden girmiştim buraya? Bir kapısı vardı elbet. Günlerce aradım. Bulamadım. Bir arkadaşıma söyledim gizlice, gitmek istediğimi. Güldü. Ben beş yaşından beri buradayım dedi. Yani on senedir. Buraya giriş var çıkış yok dedi. Hem çıkmak da çıkmayı düşünmek de günah dedi. Ama neden, diyecek oldum üstadlar duydular. Kulağımı çekip oturttular. Burada lime la yoktur ilme talip olup üstadlarını seveceksin dediler. İlme taliptim zaten üstadları da sevdim. Herşeyi ama herşeyi öğretmelerini istedim. Uçmayı öğrenmek istedim, kanatlarımı kırptılar, "bizim dediklerimizi yaparsan en yükseklere uçabilirsin" dediler. "Kanatlarım kırpılırken nasıl uçarım?" demedim. Öğrenciydim ben, sustum. Koşmak istedim "koşmak yasak" dedi üstadlar, dizlerimi kırdılar. Öğrenciydim ben, oturdum. Yağmur yağdığında, "ıslanmak huzur verir" diyecektim "yağmur diye birşey yok, huzur ise bizim öğrettiklerimizde" dediler. İtiraz edecektim boynuma kemend taktılar. Ne anlattılarsa kafa salladım, "işte şimdi tam bir öğrencisin" dediler. Kafa sallamayı güzel öğrendim, en iyi ben kafa sallıyordum. Kafa salladıkça üstadların öğrettiklerinden başka şeyleri unutmaya başladım. Sevmeyi mesela, ağlamayı, gülmeyi, yağmurlarda ıslanmayı, huzuru hissetmeyi unutuyordum artık.
Gitmeyi de unuttum. Kaldım. Öğrendim. Kafa salladım. Üstadların en sevdiği deri oldum, yerden yere vuruldum. Kolay vurulduğumu gören üstadlar daha çok vurdular, kemendimi sıktılar. Sıktılar sıktılar sıktılar. Onlar sıktıkça daha çok yapıştım onlara. Daha çok öğrendim. Öğrenecek hiçbir şey kalmayana kadar. Üstadların eteğine iyice yapıştığım bir gün kapıyı gördüm. Medreseye girdiğim kapı işte tam karşımdaydı. Hem de aralık duruyordu. Kapıyı görünce gitmeyi hatırladım. Kemendin nefesimi kestiğini, üstadların vuruşunun acısını hissettim. Kapıya koştum. Kendimi dışarı attım.
Dışarı neresiydi? Gök bu kadar mavi miydi? Güneş böyle mi ısıtırdı insanı? Yol neydi? Nasıl yürünür, nasıl koşulurdu? Gözlerim nereye bakmalı, bakışlarım nereye akmalıydı? Gözlerimi aralamayı bile bilmeyerek geldim dünyaya. Öğrenmeyi öğrendim ilkin. Yemeyi başkalarından öğrendim. Yürümeyi ve konuşmayı da… Okumayı, yazmayı, bağırmayı, vurmayı, kırmayı öğrendim birilerinden. Peki ya düşmeyi? Yerken dökmeyi, konuşurken sürç-i lisan etmeyi kimden öğrendim? Sevmeyi mesela. Ağlamayı, gülmeyi, yağmurlarda ıslanmayı, huzuru hissetmeyi kimden öğrendim?...
E. Ecran