Çıkışın Yoksa Yüzleş

Pınar Civelek

Gözlerini açmaya mecbur bırakan sinsi bir ürperti geçti vücudundan. Göz kapakları ağır ağır aralanırken zihnini de uyandırmaya çalışıyor ancak içinde bulunduğu karanlık ona bu fırsatı vermiyordu. Kesik nefesleri arasında doğrulamaya çalıştığında beton zeminde uzanmış olduğunu o an fark etti. Ensesinden başlayan ince bir sızı parmak uçlarına kadar uzanıyordu. Uyuşmuş uzuvlarını hareket ettirdikçe sızısı çoğalıyordu. Günlerce uyumuş ancak uyanmayı unutmuş bir hâli vardı.

Kısık gözlerle etrafı incelemeye başladığında bulunduğu yerin idrâkine henüz varamasa da bir şeylerin normal olmadığını anlamıştı. Göğsünde hissettiği baskıyla gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı. Yavaş yavaş uyanan zihni ile tekrar gözlerini açtığında etrafı inceledi. Bir odanın içindeydi; oldukça loş, soğuk ve boğucuydu. Tavanında cızırdayan, bir yanıp bir sönen lambanın cılız ışığından başka içeriye giren ışık yoktu. Çatlamış duvarların arasından sızan rutubetin oluşturduğu o kötü koku; aldığı nefesleri zorlaştırıyor, midesini bulandırıyordu.

Gözleri içeriye temiz havanın girebileceği bir pencere ararken radarına takılan duvarların anlamsız yazılar ve farklı sembollerle karalanmış olduğunu gördü. Huzursuzluğu arttı. Dört duvar, bir zemin ve bir tavan… Bu duvarların bir penceresi yoktu. İşin en rahatsız edici tarafı ise bulunduğu yerde bir kapının da olmamasıydı. Hızla çarpan kalbi baskısını arttırıyor, beyninde zonklamalar başlıyordu. Korku damarlarından vücuduna hızla yayılıyordu. Neredeydi? Altı yüzeyi kapalı olan bu odaya nasıl girmişti ve nasıl çıkacaktı?

Burası bir hücreydi. Buraya giriş varsa çıkışın da olduğunu düşündü. Paniğin, korkunun hakim olduğu bedeni ile ayağa kalkıp, duvarların üzerinde ellerini gezdirerek gizli bir geçit veyahut kapı aramaya başladı. Ellerini duvarlar üzerinde gezdirirken duyduğu küçük cızırtılar telaşını arttırdığında olduğu yerde kalıp dinlemeye başladı. Küçük cızırtılar şiddetini arttığında mekanik bir ses odanın içini doldurdu:

- Hâlâ kendini suçsuz sanıyorsun, değil mi?

Mekanik ses içinde yankılandıkça başından başlayıp ayak uçlarına kadar sarsıyordu. Bir şey söylemek istedi ancak ses telleri tozlanmışçasına sesini çıkarmasına izin vermedi. Buradan kaçıp gitmek istiyordu. Nasıl geldiğini bilmediği bu hücrenin; gözünü açıp kapattığında yok olmasını, her şeyin bir kâbus olmasını diliyordu. İçinde bu kaçma isteği ile gelen sesin merkezini aradığında duvarın köşesinden nokta şeklinde beliren kırmızı ışık huzmesi dikkatini çekti. Mekanik ses tekrar konuşmaya başladı:

- Kaçamazsın. Gerçekler ile yüzleşmek zorundasın.

Zihninin içinde tüm soru işaretleri döndü. Hangi suç, hangi gerçek? Sesini bulabildiğinde kırmızı ışık huzmesine doğru kekeledi:

- B- ben An-anlamıyorum. Ne suçu?

Mekanik ses daha tok bir ses ile onunla konuşmaya başladı:

- Beş yıl önce sen Halep'teki görevindeyken şehit düşen Mehmet'i hatırladın mı, kod adı Gölge olan?

- E-evet.

- Neden öldü Mehmet hiç düşündün mü?

- İfşa oldu.

- Peki kimin yüzünden ifşa oldu biliyor musun?

- B-bilmiyorum.

- Senin yüzünden!

Başını sağa sola sallıyor, kısık sesiyle inkâr ediyordu. Daha fazla dinlemek istemiyor, çıkıp gitmek istiyordu. Zaten basık olan bu hücre üstüne geliyor nefesini kesiyordu. Mekanik ses durmuyor onu daha çok nefessiz bırakıyordu:

- Ayça… Hatırladın mı Ayça'yı? Hani çok sevdiğin evlenmek için yanıp tutuştuğun kadın. Onu da Mehmet'in vefatından bir ay sonra trafik kazasında kaybetmiştin. Heh! İşte o Ayça’ya sen her şeyini anlatırdın değil mi?

Bu işin nereye gideceğini bilmiyordu. Ayça'yı duyduğunda yüreği parçalandı. Mekanik ses durmadı daha da parçaladı:

- Sen ona MİT mensubu olduğunu söylemiştin değil mi? Söylememen gerekirken hem de. Sadece bunu mu? Sen ona gideceğin operasyonları bile söyledin. Hiç düşünmedin mi, kimsenin bilmediği o operasyonlarda neden hep tuzağa düştünüz?

Kuvvetli bir şok dalgası beyninde yankı buldu. Mekanik sesin iddiaları vücudunu titretirken olduğu yere çöktü.

- Evet, o bir terörist, içinize sızdırılmış bir ajandı. Seni hiç sevmedi. Senin yüzünden istihbarat onlarca kayıp verdi. Ayça'ya Gölge'nin gerçek ismini sen söyledin. O da bunu üstlerine söyleyip Mehmet'i şehit düşürdüler. Ve ne hikmetse Ayça, Mehmet'in şehâdetinden bir ay sonra trafik kazası geçirip cesedi tanınmaz hâle gelmiş.

Dayanamıyordu. Bu duydukları çok ağırdı. Her bir kelime hançere dönüşmüş canından can alıyordu. İnkâr etti. Yapmaz, Ayça yapmaz dedi. Kendi söylediği şeye inanmaya çalışırcasına birkaç kez tekrar etti. Göz kapakları kapandı, olduğu yere iyice sindi. Yanağından ince ince süzülen yaşlar kabullenişti aynı zamanda.

- Bilmiyordum… Bilseydim böyle olsun istemezdim. B- Ben güvenmiştim ona.

Mekanik ses cevap vermedi. Yankılanan ses sadece onun inkârı, kabullenişi, hayal kırıklığıydı. O soğuk, loş hücrede kendini yiyip bitirdi. Kendisi yüzünden ölenleri biten hayatları sönen ocakları düşündü. Oradan, o hücreden çıkmak istemedi. Çıktığında insanların yüzüne nasıl bakacaktı? Vicdanına mahkemesini kurmuş kendini yargılamıştı; bu yük, bu vebal ile insanların arasında rahatça yaşayamazdı. Ömür boyu bu hücrede kalmaya razıydı.

O kendini yargılarken yerin yarılması gibi bir ses hücreyi doldurdu. Önündeki duvar yıkıldı, bir geçit açıldı. Şaşkınlıkla oraya baktığında mekanik ses konuşmaya başladı:

- Buradan çık ve kendini affettir. Yaşayanlara olmasa bile ölenlere… Mehmet'e kendini affettir. İntikamını al.

Mehmet'in yüzü gözünün önünden geçti. Gülüşü canlandı zihninde. Bir borcu vardı. Ve o borcunu ödemesi gerekiyordu. Sonra da affedilmesi gerekiyordu. Affedilmek için ise önce yüzleşmek gerekirdi. Ve o yüzleşmek için ayağa kalktı. Adımı bir yürüyüş değil kefaretin ilk adımıydı.