Bir sabah gözlerini açtığında hiçbir şey göremedi. Bu cümle kulağa dramatik gelse de onun için sıradan bir sabah ritüeliydi artık: gözlerini açıyor, karanlıkta uyanıyordu. Ama bu karanlık geceye ait bir karanlık değildi, içinde ışığın iması bile yoktu. Daha çok sonsuz bir boşluk gibiydi, yumuşak ve soğuk bir boşluk.
Adı Kaan’dı. Ya da belki hâlâ öyleydi. Ne zamandır bu isme cevap verdiğini hatırlamıyordu. Görme yetisini ne zaman kaybettiğini de… Bazen dün gibi gelirken, bazen “dün”ün ne zamana denk geldiğini bile bilemiyordu. Kimi zaman üç yıl öncesi olduğunu düşünüyordu bu kaybın, ama sonra bir ses çınlıyordu zihninde: “Görmeyi geçen hafta bıraktınız, değil mi Kaan Bey?” Sesin sahibini tanımıyordu. Bir doktor muydu? Yoksa bir rüya?
Zihnindeki anılar bir masanın üstüne bırakılmış, dağınık kâğıt parçaları gibiydi. Kimisi silinmiş, kimisi üst üste binmişti. Bir zamanlar görebildiğini biliyordu ama o görüntüleri hatırlamak istediğinde sadece kelimeler geliyordu aklına: “pencere”, “güneş”, “gülümseyen yüz”. Görüntüler değil, sadece o görüntülerin çağrıştırdığı kelimeler… Görmenin yerine, tanımlamak geçmişti.
Evinde yalnız yaşıyordu. Yaşadığı yerin bir evi olduğunu, duvarların yönünü, adımlarını sayarak nereye ne zaman varacağını ezbere bilirdi. Ama evin rengi? Koltuğun deseni? Camdan görünen ağaç? Bunların hepsi zamanla gitmişti. Rüyalarında bile görmüyordu artık. Rüyalarında sesler, dokunuşlar ve bazen tarifsiz bir huzur vardı ama renk yoktu.
Bir gün oturduğu koltuğun karşısında bir sandalye olduğunu fark etti. O sandalyeyi oraya kim koymuştu? Ya da belki hep oradaydı, ama o daha önce hiç fark etmemişti. Parmaklarını sandalye üzerindeki çatlaklarda gezdirirken fark etti: Zaman sadece görmeyi değil, fark etmeyi de alıyordu insanın elinden. Belki de insan göremezse, varlıkların sesi azalıyor, titreşimleri sönüyordu.
O gün kendi kendine şu cümleyi söyledi:
"Belki de ben görmeyi beş yıl önce kaybetmedim; sadece görmeyi bıraktığım günü hatırlamayı kaybettim."
İşte o andan sonra, her sabah gözlerini açtığında bir oyuna başladı. O günü, görme yetisini kaybettiği gün ilan etti. Her gün başka bir başlangıç, başka bir bitişti artık. Görmemek onun için bir eksiklik değil, yeni bir anlatım biçimiydi. “Gördüğün her şey sana ait olur,” derdi bir zamanlar sevdiği kadın. Artık hiçbir şey ona ait değildi, ama bu özgürlük gibiydi.
Belki görmüyordu ama karanlığın içindeki yankılarla, duvarlara çarpan adımlarla, kahvenin kokusuyla ve eski bir şarkının hatırlattığı kalp sızısıyla dünyayı yeniden inşa ediyordu.
Ve bir gün, göremediği bir sabah daha uyandığında, kendisine fısıldadı:
"Ben dün görüyordum. Ama belki de üç sene önce de görüyordum. Ya da belki hiçbir zaman görmedim. Fark eder mi?"
Karanlığın içinde, kendine bile görünmeyen bir gülümseme yayıldı dudaklarına.