Esife

Emine Ecran Şenel

İnsanların en medenî çağda yaşadıklarını iddia ettikleri o çağda dünyaya geldi Esife. İnsanların canlarının istediği her şeyi bir tıkla kapılarına getirttikleri çağda. En güzel, en şık kombinlerle dolaştıkları, kuş sütü dahil leziz yemeklerle donatılmış sofralara oturdukları, karton bardaktaki sıradan bir kahveye çok paralar saydıkları, çocuklarını hem at yarışı gibi kullandıkları hem saraylara sultan saydıkları, yeryüzünü uçak gibi arabalarla, gökyüzünü uçakların vip bölümlerinde oturmakla fethettiklerini sandıkları o çağda doğdu Esife. O da medenî insanlar arasında medenî bir şekilde yaşayacaktı belki. Belki o da hayalleri doğrultusunda kurstan kursa koşacaktı. Belki elbiselerinin üstüne en uygun şalları arayacaktı mağaza mağaza, aynaların karşısında bir o yana bir bu yana dönmekten, kendisini izlemekten keyif alacaktı. Belki kırlardan çiçekler toplayacak, kulağında kulaklıkla neşeli şarkılar dinleyerek sokakları arşınlayacaktı. Ve belki de gözlerinin mavisini gökyüzüyle yarıştıracaktı. Hayatının ikinci gününde bütün güzel belkiler, üzerine su damlayan mum ateşi gibi cız diye sönmeseydi. Doğduğu gün ilk annesi kucağına aldı Esife’yi, kokusunu içine çekti, gözlerine baktı ve “Gözleri bana benzeyecek” diye övündü. Babası karısının kucağından alıp gözlerini öptü Esife’nin. “Benzesin güzelim her şeyi sana benzesin,” dedi. İlerleyen yıllarda annesine hep o günü anlattırıp dururdu Esife. Hayatının en güzel günü o gündü. Sonrası hep hüsran, gam, hicran, firkat, zulümat. Zulümat, zulümat, zulümat…

Annesi anlatmayı sevmese de Esife ısrarla ertesi günü de anlattırırdı. Hastaneden taburcu oldukları günü. Dedeleri, babaanne ve anneannesi evde onları bekliyorlardı. Ziyafet sofrası kurulmuştu. Babası, Esife ve annesini eve bıraktıktan sonra hemen nüfus müdürlüğüne gitti. Bir an önce Esife’nin kimliğini çıkartmak istiyordu. Çok heyecanlıydı. Mesude koyacaklardı Esife’nin adını. Hep mutlu olsun diye temenni etmişlerdi. Mutluluğun imkânsız olacağını bilmiyorlardı. Babası gittikten kısa bir süre sonra gökyüzünde bir uğultu duyuldu. Onlarca uçak şehrin en yakın göğünde uçuyordu. İnsanlar ne olduğunu anlayamadan bombalar yağmaya başladı. Hunharca, canavarca, barbarca bombaladılar şehri. Şehir enkaza döndü, insanlar parçalanmış cesetlere. Sağ kalmanın imkânsız olduğu o saldırıdan sağ çıkanlar mucize örneğiydi. Esife ve annesi gibi. Saldırı bitip etrafı kara duman, gökyüzünü kızıllık, kulakları iniltiler sarınca Esife’nin annesi kızını kucağına alıp bir sağa bir sola koşuşturdu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Sonra bir taşın üzerine oturup eşinin gelmesini bekledi. Belki onları bulmak için gelirdi. Esife ciğerleri sökülürcesine ağlıyordu. Annesi de. Bir süre beklediler babası gelmedi. Annesi, Esife kucağında umarsızca yürümeye başladı, nereye olduğunu bilmeden. Yıkılmış binalar, saçılmış ceset parçaları gördükçe Esife’yi daha çok bastırıyordu göğsüne. Sanki göğsünü sıkan bütün sıkıntılar kızıyla ufalıyordu. İlk iş nüfus müdürlüğünü bulmaya çalıştı. Her yer çok yabancı geliyordu. Kafayı yiyecek gibi oluyordu. Bütün bu olanlar kâbussa eğer, hemen uyanmak istiyordu ama kâbus değildi, uyanamıyordu. Ve nihayet nüfus müdürlüğüne geldiğini anladı. Bina yarısı yıkılmış tabelası sağlam kalmış şekilde duruyordu. Esife’nin annesi binanın sağında solunda dolaştı hızlıca. Kocasını bulmak istiyordu. Cesetlere bakmaya cesaret edemiyordu. Ama bakmasa da cesetlerden bir tanesini tanıdı. Eşinin kıyafetleriydi cesetin üstündeki. Kanlar içinde yatıyordu. Göğsü paramparça olmuştu. Ölmediğini düşünmek istese de düşünemedi yine de nabzını yokladı, nefesini dinledi. Ölmüştü. Kızını eşinin kucağına koydu. Vedalaşsınlar istedi.

O sırada tanıdık bir ses duydu. Komşuları Hasna Hanımın sesi. Ayakta kalan bir okul binasına sığındıklarını söylemiş, Esife ve annesini oraya götürmek istemişti ama Esife’nin annesi önce eşini gömmek istediğini söyledi. Hasna Hanımın eşi ve birkaç adam mezar kazıp gömdüler Esife’nin babasını. İşte, baba denince Esife’nin zihninde canlanan o mezar, o gün kazıldı. Sonra Hasna Hanımın bahsettiği okul binasına gittiler. Orada oturup birbirlerini teskin etmeye çalışırken Hasna Hanım, Esife’yi kucağına almış, sevmişti. Hayatında gördüğü en güzel bebekmiş, öyle demişti. Gözleri mavi olur belli, demişti. Annesi gibi demişti. Sonra adını sormuş, adı ne bu güzelin, demişti. Esife’nin annesi Mesude diyecekken vazgeçip Esife demişti. İsmi de böyle konmuştu Esife’nin.

Sağ kalanların hayatları enkazlardan yeni bir yaşam elde etmeye çalışarak geçiyordu. Tam bir şeyler düzelip, belli bir rutin oluşturmuşlarken yeniden uçaklar, bombalar, yıkımlar, ölümlerle karşılaşıyorlardı. Pes etmiyorlardı yeniden hayat kurmaya çalışıyorlardı. Ne yapsınlar, ölene kadar hayatta kalmak zorundaydılar. Yıllar hep böyle geçiyordu. Esife yedi yaşında dünya tatlısı bir kız olmuştu. Gökyüzü gibi masmavi gözleri, pamuk gibi bembeyaz teni, ipek gibi yumuşacık gece karası saçları vardı. Artık yaşıtlarıyla oyunlar oynayabiliyordu. Enkazlardan buldukları eşyalarla evcilik oynamayı seviyordu en çok. Yine evcilik oynadıkları bir gün çok yakınlarına düşmüştü bir bomba. Esife’nin annesi hemen koşup kızının üstüne kapaklandı. Diğer çocukların anneleri de kendi çocuklarına siper oldular. Bombardıman kesilince önce çocuklarını sonra birbirlerini kontrol ettiler. Neyse ki kimse yara almamıştı. Annesi toza bulanmış saçlarını temizlemeye çalışırken Esife, annesinin ellerini tuttu ve “Anne akşam mı oldu, seni göremiyorum.” …